bugün
yenile
    1. 7
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm-1 ‘’dört numaralı salondaki film için bir bilet istiyorum lütfen. koltuğu seçebilir miyim?’’ derken hala gişenin arkasındaki duvarda asılı duran afişleri inceliyordu. bir animasyon, bir korku filmi, onların yanında bedenlerine göre abartılı başları ve beyaz dişlerini olabildiğince gösterip sırıtan, sanki diş macunu reklamı yapıyormuş gibi, poz vermiş komedi filmi afişinin yanında (neden komedi filmlerinin afişlerinde ille de gülen insanların fotoğrafları olurdu ki?), afişinden içeriği çok belli olmayan bu filmi seçmeye karar vermişti. ‘’hemen kontrol edeyim efendim... koltuğu seçebilirsiniz ama sadece iki boş yerimiz kalmış ekrandan görebilirsiniz.’’ dedi gişenin arkasında oturan ve adamın yüzüne bakmadan konuşan, yirmili yaşlarının başındaki çelimsiz görünümlü gözlüklü kız. ‘’i̇kisini de alıyorum ne kadar?’’ ‘’bir tane istemiştiniz sanırım yanlış mı anladım efendim?’’ diye sordu kız o gün yaşadığı ilk şaşkınlıkla, gözlüğünün üzerinden bakarak. ‘’hayır ikisini de istiyorum...’’ o an sadece biraz yalnız kalmak istiyordu, boş bir salonda nasıl olduğu çok önemli olmayan bir filmi izleyip zihnini boşaltmak. ama karşısındaki ekranda ikisi hariç bütün koltukların kırmızı renkle işaretlendiğini görünce bir an pişman olduysa da vazgeçmedi. ......... ‘’alo! neden açmıyorsun telefonunu, kaçıncı defa arıyorum!’’ dedi kadın. elinden geldiğince sesinin tonunu yükseltmemeye çalışarak. -toplantıdaydım canım, şimdi çıkabildim, sen neredesin? -yarım saattir sinema gişesinin önünde seni bekliyorum. ne zaman gelirsin? ben biletleri alayım mı? ‘’canım ya, çok özür dilerim, patron toplantıdan sonra birlikte takılmamızı istedi, başka zaman izlesek filmi?’’ adam söylediği her kelimeyi özenle seçmeye çalışıyor bu yüzden olduğundan daha yavaş konuşuyor aynı anda telefonun diğer ucundan gelen sevgilisinin ses tonundan ne kadar üzgün ya da kırgın olduğunu anlamaya çalışıyordu. tek hissettiği kızgınlıktı ve bu duyguyu diğerlerine tercih ederdi. mümkün olduğunca gülümsemesini tutarak, ,kırılmasındansa bana kızması daha iyi, bir kutu çikolata alırım biraz bağırır çağırır bana sonra sakinleşir, diye aklından geçirdi. ‘’bu filmi seninle izlemeyi ve ne zamandır plan yaptığımızı biliyorsun değil mi? şimdi erteleyelim diyorsun öyle mi?’’ kadın, adamın cevap vermesini beklerken iyice sabırsızlanmaya başlamış, aynı anda afişlerin asılı olduğu duvara yaklaşıp filmin başlama saatini görmeye çalışıyordu. -hayatım bugün filmin çıktığı ilk gün değil mi? yarın gideriz ne olacak ki alt tarafı bir film... anlamıyorum seni, neden bu kadar büyütüyorsun? -büyütüyor muyum? kaç gündür görüşemiyoruz doğru düzgün, şimdi de kalkmış sonra izleyelim diyorsun ve ben büyütmüş oluyorum. tamam, ben tek başıma izlerim! sen git patronunla ne yapıyorsan yap! ‘’hayatım özür dilerim gerçekten bu üzerinde çalıştığımız proje çok önemli. tüm planlamaları ben yaptım, patron da detayları konuşmak için beni çağırdı çok özür dilerim. şimdi kapatmam gerekiyor, sonra konuşalım olur mu? hayatım? orada mısın?’’ kadın son sözlerini duymamıştı. gerçekten çok sinirliydi şu an. yeniden aramak geldiyse de aklına bunun onu daha fazla sinirlendireceğini düşünüp, telefonu masasının üzerine bıraktı. deri kaplı geniş koltuğunun üzerine biraz daha yayılarak arkasına yaslanıp gözlerini kapattı. ............. ‘’merhaba, dört numaralı salondaki film için bir bilet istiyorum.’’ ‘’bir saniye efendim kontrol edeyim... özür dilerim, o filmdeki tüm biletler satılmış, dilerseniz başka bir film için öneri de bulunabilirim.’’ hergün onlarca farklı insanla çok kısa da olsa diyaloga girdiği için artık çok fazla umursamıyordu kimseyi ama içlerinde en çok bu kadın gibi sinirli tiplerden nefret ediyordu gişede oturan kız. hele bir de istedikleri o olmayacaksa daha da çekilmez oluyorlardı. söylediği sözleri kadının anlayıp cevap vermesini beklerken mümkün olduğunca göz teması kurmamaya çalıştı. ‘’nasıl yani, hepsi mi satılmış? offfff!!!! kaç gündür o filmi izlemeyi bekliyordum.’’ çıldırmak üzere olduğunu hissetti kadın. kanı sanki kaynamaya ve şakaklarına doğru toplanıyordu. daha ne kadar kötü olabilirdi ki diye mırıldanırken; ‘’son iki bileti az önce bir beyefendi satın aldı. aslında tek bilet istemişti ama son iki koltuk kaldığını öğrenince ikisini de satın aldı. i̇sterseniz kendisiyle konuşun, başka birisi gelmeyecekse yanına belki bileti size satabilir. ne dersiniz?’’ dedi kız, aynı anda bu söylediklerinden pişmanlık hissetti. kadını mümkün olduğunca başından savmalıydı oysa, başını biraz daha önüne eğip masasında bir şeylerle uğraşıyormuş gibi yaptı. -yok, gerek yok, yarın ki seanslara bakarım artık. ‘’peki, efendim nasıl isterseniz. yardımcı olabileceğim başka bir konu var mıydı?’’ ne olur başka yardım istemesin, ne olur der gibi kadının gözlerinin içine baktı. ‘’hayır, teşekkür ederim... pardon, son biletleri alan beyefendi hala burada mı?’’ diye sordu kadın, kararsızca. -evet efendim şurada, film afişlerinin karşısında duran uzun boylu, mavi kot pantolonlu beyefendi. -sağ olun, kolay gelsin... ....... adam günlerdir evden çıkmıyordu. yaklaşık bir yıldır üzerinde çalıştığı ama bir kaç sayfadan fazla yazamadığı romanına odaklanmak istediği bahanesiyle tüm arkadaşlarının çağrılarını karşılıksız bırakıyordu. ta ki bir kaç saat önce bir arkadaşı, canının çok sıkkın olduğunu ve konuşmak istediğini söyleyinceye dek. tamam, demişti. yakınlardaki bir alışveriş merkezinde buluşmayı kabul edip zoraki bir şekilde çıkmıştı dışarı. sözleştikleri saatten önce gelmişti. şehrin o kalabalık ve boğucu havasından uzak kaldığı günlerden sonra dışarı çıkmasıyla fark etmişti ki, onsuz da hayat akıp gidiyordu. binlerce insan kendi hayatlarına devam ediyor, otobüsler gelip gidiyor, trafikte insanlar kavga ediyor, sivil aktivistler anlamadığı konularda eylemler yapıyor, genç aşıklar buluşup sarılıyor, orta yaş üzeri çapkınlar barlardaki tabureler üzerine tüneyip karşı cinslerine kur yapıyor, yani her şey eskiden olduğu gibi devam ediyordu. kendini evine kapatmış olması sadece onu bağlayan bir eylemdi.bu düşünceden rahatsız olsa da çok üzerinde durmadı. dışarıdaydı şimdi, bir formalite icabı arkadaşıyla görüşüp, ona hak verecek, belki teselli edecek ardından bir kaç kadeh içip hafif çakırkeyif olduktan sonra arkadaşının biraz daha açılmasına ve sökülmesine tanık olacak sonra onu evine bırakıp kendi evine geri dönecekti. saatini kontrol etmek için telefonu eline alıp baktığında bir mesaj geldiğini gördü. arkadaşından gelmişti mesaj. tuhaf bir bahaneyle gelemeyeceğini daha sonra görüşmek istediğini özür dileyerek belirtmişti. bu mesajı okuyunca bir rahatlama hissetti. arkadaşıyla görüşüp onun sıkıntısına maruz kalmaktan çok, kendini ona açıklama mecburiyetinden kurtulmuş olmanın verdiği bir rahatlamaydı bu. telefonu cebine koyup, alışveriş merkezinin çıkış kapısına doğru yürümeye başlamışken film afişlerine takıldı gözü. nasıl olsa buraya kadar geldim, değişiklik olur diyerek film izlemeye karar verdi. ............... üzerinde siyah dar bir ceket, altında mavi kot pantolonu, bazıları beyazlamaya başlamış kısa kıvırcık saçlı adama arkasından yaklaşırken, bir yandan 'ne saçmalıyorum ben' diye soruyordu kadın kendine. yarın da, başka bir gün de izleyebilirim bu filmi, şimdi neden bu kadar hırs yaptım ki? tam vazgeçip geri dönecekken sevgilisinin telefonda söylediklerini hatırlayıp daha çok sinirlendi. adımlarını hızlandırıp adamın yanına geldiğinde omzuna dokundu. dokunmasıyla birlikte adam olduğu yerde sıçradı adeta. öyle utandı ki yaptığı bu hareketten: ‘’affedersiniz, çok özür dilerim. sizi korkutmak istememiştim.’’ adam bir kaç saniye kendini toparlamak ister gibi susup kadını inceledi. bir şey demesine fırsat vermeden kadın konuşmaya devam etti. ‘’biliyorum belki bu söylediğim çok saçma gelecek ama ben de bu filmi izlemek istiyordum ama bütün biletler tükenmiş. son iki bileti de siz almışsınız. eğer sizinle birlikte izleyecek başka kimse yoksa o bileti almak istiyorum, tabi ücretini ödeyerek...’’ kadın o an nasıl bunları söyleyebildiğine kendisi bile inanamamıştı ama söylemişti işte. karşısındaki adamın meraklı bakışlarından rahatsız olmaya başlayınca içini yoğun bir pişmanlık duygusu kapladı. sanki saklanmak ister gibi bedenini saran uzun paltonun önünü kapatıp biraz daha içine gömüldü. ‘’haklısınız, çok saçma oldu bu isteğim. kusuruma bakmayın lütfen. rahatsız ettim sizi. i̇yi izlemeler.’’ adam bir kaç saniye içinde kadının yaşadığı git gelleri yüzündeki ifadelerden okumuştu. daha bir şey demesine fırsat vermeden kadın arkasını dönüp uzaklaşmaya başlamıştı bile. o el omzuna değdiği anda irkilip kendini geri çekmesiyle birlikte kadınla göz göze gelince donup kalmıştı. ve sonrasında ki bir kaç saniye nefes bile alamamıştı. kadın uzaklaşırken yavaş yavaş nefes almaya başladı. ‘’durun biraz!’’ kadın duymamış gibi yürümeye devam ediyordu. adam hafifçe öksürüp boğazını temizledi. günlerdir telefon dışında kimseyle uzun süre konuşmadığı için ses tonunu ayarlamakta güçlük çekti, biraz daha yüksek tonda yeniden seslendi. ‘’hanımefendi!’’ o an etraftaki herkes aniden susup kendisine dönmüş gibi hissetti. o kadar yüksek sesle mi bağırmıştı? diğer insanlarla göz göze gelmemeye çalışırken kadının kendisine döndüğünü fark etti. ‘’bana mı seslendiniz?’’ ‘’evet, arkadaşım gelmeyecek, diğer bileti size verebilirim.’’ ‘’gerçekten mi?’’ ‘’filmin başlamasına dört dakika kaldı eğer izlemek istiyorsanız buyurun ve acele edin lütfen.’’.kadının ‘gerçekten mi?’ diye sorarken sesini saran mutluluk yüzüne yansıyan sıcaklık hoşuna gitti. küçük adımlarla yanına doğru yaklaşmasını izledi. yanına geldiğinde kadın aceleyle elini çantasına sokup para çıkardı ve adama uzattı. ‘’hayır, buna gerek yok. zaten siz olmasanız da o bilet boşa gidecekti. alamam. lütfen rica ediyorum.’’ ‘’teşekkür ederim, çok naziksiniz.’’ kadın bileti parmakları arasında tutarken kendini öyle iyi hissetmeye başlamıştı ki, birkaç dakika önce sevgilisine karşı duyduğu o öfke ve kırgınlıktan eser kalmamıştı. i̇ki yabancı birlikte ışıkları çoktan sönmüş salonun kapısından içeri girdiklerinde elinde feneriyle görevli biletlerini kontrol edip koltuklarına kadar eşlik etti. salonun en arka tarafında kösedeki koltuklarına oturdular. büyük beyaz perde de sonraki gösterimlerde yer alacak filmlerin fragmanları dönüyordu sırayla. adam yanında oturan kadını rahatsız etmeyecek şekilde olabildiğince rahat uzandı koltuğuna üzerindeki dar ceketi çıkararak. kadın ise çantasını kucağına alıp kollarını kendine sarmış, dimdik oturuyordu. film başlayana kadar arkasına yaslanmadı bile. yaklaşık elli dakika sonra filme ara verilince salonun ışıkları yandı. i̇lk defa o an iki yabancı gibi değil de, iki arkadaş gibi göz göze geldiler bir kaç saniye için. önce hangisi başını başka tarafa çevirdi, bunu ikisi de hiç bir zaman hatırlayamayacaktı yıllar sonra. adam ayağa kalkıp, geçmek için izin istedi kadından. ‘’verilen ara çok uzun sürmez nereye gidiyorsunuz?’’ ‘’sigara içmem gerekiyor...’’ sanki söylediğini ispat etmek ister gibi elini cebine atıp sigara paketini ve çakmağını çıkardı adam. ‘’peki...’’ dedi kadın. hafifçe bacaklarını toplayıp adamın geçmesine izin verdi. tuhaf biri diye aklından geçirdi. salona girerken sessize aldığı telefonunu kontrol etti herhangi bir arama ya da mesaj gelmiş mi diye. hiçbir şey yoktu. sevgilisine mesaj atıp filmi izlediğini söylemek istedi bir an, sonra gereksiz olduğuna karar verip telefonunu çantasına geri bıraktı. gişede ki bilet satan görevli bütün biletlerin satıldığını söylemişti ama etrafına bakınca bir çok koltuğun boş olduğunu fark etti. kendisinin izlemeyi bu kadar çok istediği bir filme başkalarının bilet aldığı halde gelmemiş olmasını yadırgadı. bir kaç dakika sonra salonun ışıkları yeniden söndü ve beyaz perde de bir reklam filmi oynamaya başladı. yanında ki adam hala gelmemişti. bu kadar kısa süre içinde sigara içemezdi zaten, biraz daha sabretseydi. film başladı. dikkatini toplamaya çalışsa da aklı hala o tuhaf adamdaydı, neden hala gelmemişti? kendini bu düşünceden sıyırmaya çalıştı. sonuçta tanımadığı bir yabancı belki sıkıldı filmden ve devamını izlemek istememiş olabilirdi. bir kaç dakika daha geçti. film ilk yarısından daha heyecanlı ve akıcı şekilde ilerliyordu. arkasına yaslanıp bacaklarını ileri uzatmıştı ki karanlığın içinde bir siliüetin yanında olduğunu hissetti. önce ürperdi, beyaz perdeden yansıyan ışık artınca adamın geldiğini anlayıp geçmesi için izin verdi. ‘’geç kaldınız!’’ diye fısıldadı kadın gözlerini beyaz perdeden ayırmadan. ‘’girişi karıştırdım...’’ dedi adam ve yine kadını rahatsız etmemeye çalışarak koltuğuna oturdu. ‘’anlamadığınız bir yer olursa filmden sonra size anlatırım... dedi kadın. sustular... film bitti. salondakiler ayağa kalkıp çıkışa doğru yönelmeye başladı. kadın da adam da sanki diğerinin önce kalkmasını bekler gibi hala hareketsiz oturuyorlardı koltuklarında. filmin jenerik müziği salonu doldururken kimse dinlemiyordu onlardan başka. filmi izlemişler, bitmişti. salonun çıkış kapısının önündeki kalabalık azalırken kadın: ‘’teşekkür ederim.’’ dedi. ‘’ne için?’’ ‘’bu filmi izlemeyi uzun zamandır bekliyordum sayenizde izledim.’’ ‘’teşekküre gerek yok, şimdi izlemeseydiniz başka zaman izlerdiniz. o yüzden önemli değil.’’ ‘’evet her zaman izlerdim ama ben şimdi izlemek istiyordum ve sayenizde izledim. o yüzden tartışmayalım lütfen bunu.’’ derken gülümsedi kadın. ‘’nasıl isterseniz, şimdi müsadenizle size iyi akşamlar dilerim.’’ dedikten sonra çıkışa doğru yürümeye başladı hızlı adımlarla. ‘’i̇yi aksamlar...’’ dedi kadın, adamın onu duyup duymadığından emin olamayarak. ............ adam sinema salonunun içindeki klimayla soğutulmuş havasından rahatsız olmuş, bir an önce kendini dışarı atmak ister gibi hızlı adımlarla çıkış kapısından geçti. salondan çıkmasıyla birlikte alışveriş merkezinin kalabalık uğultusu bir dalga gibi yüzüne çarptı. nefes alamadığını hissetti. başı döndü, günlerce evinin konforuna alışmış biri için bir anda bu kadar insan içine girmek fazla gelmişti bünyesine. makyaj malzemeleri satan dükkanların önünden geçerken bir kitapçı gördü ve içeri girdi. alışveriş merkezlerinde kalabalık olmayan dükkanların kitap satan yerler olması içinde yaşadığı toplumdan neden uzak kalmak istediğini öyle net açıklıyordu ki… uzun zamandır okumayı planladığı ve her zamanki gibi planladıklarını ertelediği, bu yüzden belki de yazmakta zorlandığını kendine itiraf edemiyor olsa da şimdi o kitapların dizildiği rafların önündeydi. kendi cümlelerini düşündü, kelimelerini... bir kapağın ardında ciltlenmiş hallerini düşündü, başkaları tarafından okunduğunu. bu raflarda kendi sözlerinin de olduğunu ve başkalarının dokunduğunu… istediği bu muydu? yazarken içinden gelen on binlerce kelimeye can verirken gerçekten okunmak mı istiyordu yoksa sadece o kelimelerin ağırlığından kurtulmak mı? dokunduğu kitapların yazarlarını düşündü, onlar okundukça hafiflemişler miydi? sanki dokununca canını yakan bir şeye dokunmuş gibi aniden çekip elini başını öne eğip dışarıya yöneldi. kitapçıdan dışarı çıkacakken önüne birinin çıktığını hissedince yana çekilip durdu. karşısındaki hareketsiz yolunu kapatıyordu bir süre daha bekledi. o da bekliyordu. diğer kapıya yönelince az önce karşısında duran kişinin de o tarafa yöneldiğini fark edince başını kaldırıp yüzüne baktı. birlikte filmi izlediği kadındı bu ve gözlerinin içine bakıyordu sorgular gibi. ‘’affedersiniz çıkmam gerekiyor!’’ ‘’çıkabilirsiniz tabi ki, buyrun...’’ kadın bir adım kenara çekildi. adam kararsız, bir kadının yüzüne bakıyor, gözlerini gözlerinde hissedince başını önüne eğiyor sonra yeniden bakıyordu. o an çıkıp gidebilirdi, neden çıkamadığını yıllar sonra yazabilecekti, henüz bilmiyordu...
      1devamı?¿? - la grande aquile 18.02.2018 02:13:14 |#3487855
      1belki bir gün... - raansunguralp 18.02.2018 02:20:39 |#3488043
      1merakts kaldım kısa zamanda okumayı ümit ediyorum :d - la grande aquile 18.02.2018 02:26:43 |#3488324
      butun yorumlari goster (4)
    2. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      (bkz: okuyanı siksinler) not: kendi adıma konuşuyorum, okuyanlar sinirlenmesin. ve unutmadan; (bkz: siktin formatı eyledin viran)
    3. 4
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm-2 dört ay önce ‘’bakın bir yanlışlık olabilir mi? en son ne zaman doktora gittiğimi bile hatırlamıyorum. yılda bir defa grip olurum, onu da yatmadan atlatırım. siz şimdi kalkmış en fazla altı ay ömrüm kaldığını söylüyorsunuz. şakamı bu?’’ şaşkınlık, üzüntü, kızgınlık arasında savrulup gittiğini hissediyordu. en çok da neleri yarım bırakacağını hesaplamaya çalışıyordu. karşısında beyaz önlüğü içinde ufak tefek adamın söyleyeceklerinin bir önemi yoktu artık. tek yaptığı cevaplarını önemsemediği sorular sorarak içine girdiği yeni duruma ayak uydurmak için zaman kazanmaktı. ‘’bahsettiğimiz bu hastalık son ana kadar kendisini gizleyebilir, birçok hasta herhangi bir sağlık sorunu hissetmediği ya da hissettiği rahatsızlıkları önemsemediği için teşhiste bulunmakta geç kalınır. yaptığımız detaylı kan testleri ve çekilen filmlerden anladığımız kadarıyla hayatınızı düzenli bir şekilde yaşarsanız en iyi ihtimalle bir yıl olabilir. düzenden kastımız içki ve sigarayı bırakacak, stresli ve sizi mutsuz eden ortamlardan uzak duracak, uyku ve yemek saatlerinize dikkat edecek ve sağlıklı gıdalar tüketeceksiniz. bununla birlikte gerekli tedavilere hemen başlayacacağız. yapılan araştırmalara ve elimizdeki bulgulara göre hayatta kalma şansınız yüzde onbeşten yüksek değil.’’ dedi beyaz önlüğünün içindeki ufak tefek adam. doktorluğa başladığından beri bu tarz konuşmaları defalarca yapmış ama hala alışamamıştı. mümkün olduğunca mekanik bir ses tonuyla, tüm acıma ve üzülme belirtilerinden yoksunmuş gibi davranması gerektiğini biliyordu. i̇nsanların öleceği tarihleri bilmesinin nasıl etkiler yaratacağı onlara ne düşündüreceğini araştırmış bu konuda bir çok makale okumuştu. ama hepsi teoride kalıyordu. kendini düşündü, bir gün biri karşısına geçip ‘şu kadar ömrünüz kaldı’ ne hissederdi. bu sorunun cevabını vermekten her zaman kaçınmıştı. hastasıyla empati kurmak istemiyordu. şimdi sadece her zaman bu gibi durumlarda sorulan soruları yeniden dinleyecek ve yeniden mümkün olduğunca sade ve basit bir şekilde cevaplar verecekti. ‘’matematiksel bir denklemden bahsediyorsunuz sanki. peki bu dediklerinizin hiçbirini yapmazsam neler olabilir?’’ ölürüm, öleceğim, yapsam da yapmasam da zaten her gün ölüme yaklaşmıyorum diye aklından geçirdi. saçmalıyordu, bunun farkındaydı ama vazgeçemiyordu. yıllardır iş hayatında en zor durumlarda soğukkanlılığını korumuş, zor kararlar almış, hata yapsa bile yüzleşmekten kaçmamıştı. peki şimdi? i̇çinde gittikçe büyüyen yangını hissediyordu. artık sakin kalmak istemiyor karşısındaki bu adamın yakasına sarılıp vurmak istiyordu. sakinleşene, içindeki yangın sönene kadar vurmak vurmak… hasta olmasının nedeni o adam değildi. bunu bilmek hiçbir işe yaramıyorken karşısında oturan adamın yeni cevabını bekledi. beyaz önlük içindeki ufak tefek adam önünde duran dosyanın kapağını açıp içinden bir sayfa çıkarırken, ‘’yani aynı şekilde hayatınıza devam ederseniz, en iyi ihtimalle altı ay yaşarsınız. son aylarınız oldukça ağrılı ve sorunlu geçebilir. eğer tedaviyi kabul etmezseniz hazırlayacağımız beyannemeyi imzalamanız gerekiyor.’’ i̇şte bu yüzden hastasıyla empati kurmaması, onu anlamaya çalışmaması gerekiyordu. ölüm haberi vermenin, hastasına öleceğini söylemekten daha kötü bir şey varsa o da buydu. saçma sapan gibi görünen ama gerekli prosedürler hakkında bilgilendirme yapmak. doktorun bu son söylediğini anlayabilmek için yutkundu. i̇çindeki tüm o karmaşık hisler yerini tek birine, öfkeye terk ederken, ‘’yani ölüm kararımı kendimin aldığını, sizin bir sorumluluğunuz olmadığını ispatlayacak bir belge?’’ ‘’lütfen bizi yanlış anlamayın bu tamamen yasal prosedürlerin gereği hazırlanmış bir belge. ve evet durumunuzun bahsettiğiniz gibi bir yönü de var, bu bir gerçek.’’ ‘’anlaşıldı, siz beyannameyi avukatıma gönderin, ben biraz düşünmek istiyorum izin verirseniz.’’ ‘’fırat bey, düşünebilirsiniz tabi ki ama siz karar verene kadar geçen her dakika aleyhinize işliyor. bunu unutmayın.’’ doktor parmaklarının arasında tuttuğu yeniden dosyanın içine yerleştirirken fırat çoktan ayağa kalkmış tek bir söz söylemeden kapıya doğru yürümeye başlamıştı. ............... hastanenin kapısından çıkar çıkmaz bir sigara yakmak için elini cebine attığında, sigara içilmez uyarılarının yazdığı afişleri gördü. en azından bahçenin dışına çıkıncaya kadar bekleyebilirdi. sigarayı dudaklarının arasına alıp, bahçeden çıkana kadar bekledi. şehrin en büyük ve en iyi hastanelerinden birinde en iyi doktorlar tarafından muayene edilmişti. yanlış teşhis olabilir miydi? olabilirdi tabi ki, insanlar her zaman hata yapar. yöneticilik hayatı boyunca hep insan hatalarının sonuçlarıyla uğraşmamış mıydı? i̇şinde ne kadar uzmanlaşmış olursa olsun, insan faktörü her zaman hata yapmaya elverişliydi. bu yüzden kimseye sonuna kadar güvenmiyordu kendisi dışında. yurt dışındaki hastanelerden birine gitmeyi düşündü. i̇şinden bir haftalığına tatil bahanesiyle izin alır, dünya çapında, bu hastalık konusunda ün salmış doktorlara muayene olur ve o zaman yeni bir plan yapabilirdi sonraki hayatı için... ‘neyi planlayacağım?’ diye sordu kendine. tüm hayatı boyunca gideceği okullar, alacağı eğitimler, kurslar, yapacağı işler hep bir planlamanın parçasıydı. ya bu hastalık? hangi planda yer alıyordu? i̇şyerinin bulunduğu dış yüzeyi camla kaplı gökdelenin önüne gelmişti. kapıda duran güvenlik görevlilerine selam verip içeri girdi. cebinde taşıdığı şirket kartını turnikelere okutup geçti. binanın diğer tarafına bakan en uçtaki asansörün düğmesine basıp beklemeye başladı. asansörün bir tarafı şehre bakıyordu. 22. katta bulunan ofisine çıkarken bulutların arasına yükseldiğini hissederdi. ‘öldüğüm zaman da böyle mi olacak?’ diye düşünüp keyiflendi bir ara. hayatı boyunca dini konularla hiç ilgilenmemiş, sadece dünyayı ve üzerindekileri önemsemişti. tanıdıkları arasından ölenler olduğu zaman bile bu duygulara hiç kapılmamıştı. başka bir duygusu var mıydı ki? hırs, öfke, nefret, şehvet dışında ne hissedebilmişti? son bir kaç ay dışında... bir kaç ay önce? planlarında değişiklik yapmaya, sevgi, aşk ve mutluluk gibi duyguların da içinde var olduğunu anlamaya o zaman mı başlamıştı? sevgi'yle tanıştığı günü anımsadı ineceği kata gelip asansör durduğunda. bir an için inmekten vazgeçip giriş katının düğmesine basıp bekledi. çelik gri renkli kapılar kapanıp asansör harekete geçti. az önce onu dünyadan uzaklaştıran asansör aynı hızla onu dünyaya geri getiriyordu. sevgi'nin de onun üzerindeki etkisi böyle miydi gerçekten? onu gerçek dünyadan alıp belki daha yavaş ama daha kararlı bir şekilde ütopik, insanların mutlu yaşayabileceği, rekabet içine girip kazanma hırsıyla birbirlerini kırmadan, yıpratmadan yaşadıkları başka bir dünyaya götürüyordu. asansör en alt kata geldiğinde kapısı yeniden açıldı, işte tam da burasıydı sevgi'nin ürkek bakışlarıyla karşılaştığı yer. fırat bir toplantıdan sonra arkadaşlarıyla dışarı çıkarken, sevgi başka bir toplantıya girmek için geliyordu. üzerinde teninin kıvrımlarını ve rengini belli edebilecek kadar ince beyaz gömleği, altında gri renkli dizlerinin üzerine ancak gelen dar eteği, özenle uğraşıldığı belli olan omuzlarının üzerinde düz siyah saçları ve koluyla göğüslerinin arasına sıkıştırdığı kalın dosyalarıyla tam da burada, bu mekanik dünyalar arası seyahati mümkün kılan bir nevi uzay mekiğinin kapısında ki, karşılaştıkları anda bir asansöre bu kadar anlam yüklenebileceğini bilmiyordu; daha sonra ki görüşmelerinin birinde sevgi anlatmıştı ona karşılaştıkları ilk yerin ne kadar özel olabileceğini... asansör kapısı biraz bekleyince kapanacaktı ki birisi elini kapının arasına uzatıp durdurdu. alt katında çalışan stajyerlerden biriydi. başıyla hafifçe selam verip yüzünü yine birazdan uzaklaşacağı şehre döndü. asansörün şehre bakan tarafı tamamen camla kaplıydı. yükseldikçe yoldan geçen araçlar, insanlar, binanın biraz ilerisindeki simit satıcısı, daha ileride köşe başında çiçeklerini sergileyen satıcı, hepsi şekillerini kaybediyor renkler birbirine karışıp soyut yağlı boya bir tablo haline geliyordu. ofisine geldiğinde sekreteri onu ayakta bekliyordu. patronun o'nu aradığını ulaşamayınca biraz sinirlendiğinden bahsetti. o yokken arayan diğer firmaları anlatmaya başladığında sanki duymuyormuş gibi sekreterinin yüzüne bakıp gülümsedi ve odasına girdi. kadın dinlenmediğini hissedince sanki sesi düğmesine dokunulup hafifçe kısılan radyo gibi kısıldı ve sustu. fırat'ın arkasından baktı bir süre, anlam verememişti, vermek için biraz daha uzun süre baktı, kapı kapanana kadar. fırat, büyük deri koltuğunu pencerenin önüne kadar çekip bıraktı kendini üzerine. yapacağı o kadar çok iş vardı ve doktorlar haklıysa bir o kadar da az zamanı... o halde neden yapmalıydı ki o işleri? ‘neden yaşıyoruz, neden bu dünyadayız, ne yapıyoruz?’ sorularını bu güne kadar kendisine hiç sormamış olması ilk defa garip geldi. önce ailesinin sonra kendisinin yaptığı planlar sayesinde oldukça rahat ve konforlu bir hayat yaşamıştı. kazandığı maddi güç sayesinde her istediğini yapıyordu. evet, çok çalışıyordu, hala çalışıyordu ve ölene kadar çalışacaktı ama birçok insan hayatı boyunca yapılmayacakları yapmış, göremediklerini görmüştü. en sonunda sevgi'yle tanışmıştı ve ilk defa erken bir emeklilikle bu hayattan vazgeçme kararı almaya yaklaşmıştı. kaderin tuhaf bir ironisi gibiydi şu an yaşadığı. hayat onu kendinden emekli etmeye karar vermişti. ‘kader mi? bu güne kadar kaderin varlığına inanmayan, insanın kaderini şekillendirdiğini düşünen biri için ölüm fikri oldukça aydınlatıcı olabiliyormuş demek ki’ diye mırıldandı kendine. yine de yaptığı ya da yapmadığı hiçbir şeyden pişman değildi. belki de ölüm tarihini öğrenen birine göre o an fazla rahat olmasını buna borçluydu. zaten son bir kaç yıldır yaşadıkları önceki hayatının tekrarı gibiydi. her geçen gün hırsları ve doyumu azalıyordu. sevgi'yle tanışana kadar... sevgi... zorlukla yutkundu... onunla geçirebileceği o kadar az zamanının kalmış olması kötü hissettirdi. evet, daha önceden bir tercih yapma şansı olsaydı servetinin önemli bir kısmını kazanmak yerine o zamanı sevgi'yle geçirmeyi tercih ederdi. telefonunu eline alıp sevgilisini aramayı düşündü. gerçeği söylemeli miydi? sevdiğin birine şu tarihte ayrılacağız ve bir daha görüşmeyeceğiz, nasıl söylenir? 'sevgi, ben çok hastayım ve öleceğim....' aklından sevgi'nin bunu duyduktan sonra vereceği farklı tepkileri geçirmeye başladı. en sonunda yoruldu, her tepkinin ortak paydası korkunç bir hüzün ve acıyı beraberinde getirmesiydi. i̇şin daha kötü yanı, bunu ona ilk söylediği anda hissettireceği ve hissedeceği o korkunç acının, öleceği ana kadar sürekli taze kalacağı, o öldükten sonra sevgi'nin içindeki o acının katlanarak artacağıydı. yaşamak için değil de, sırf bu yüzden tedavi olmaya çalışabilirdi. sevdiği kadının o kadar üzülmesini engellemek için... doktorun söylediği aklına geldi, 'hayatta kalma şansınız yüzde onbeşten fazla değil...' o halde ne yapmalı? yöneticilik yaparken insanlarda fark ettiği bir durum vardı. çaresizlik nedeniyle yaşanan kötü olaylar, insanların kendi tercihlerinden kaynaklanan kötü olaylara göre daha fazla acı veriyordu. yani bir yerden sonra insan evet bu benim yaptığım bir hataydı deyip kendisini affediyor, ya da çektiği acının yaptığı bir hatanın bedeli olduğunu kabul ederek çektiği acıyı kabulleniyordu. ama kendi elinde olmayan başkalarından kaynaklanan faktörler nedeniyle başına gelen olumsuzluklarda, bunu yaşamayı hak edecek ne yaptım sorusunun cevabını bulamadığı için o acı hep taze kalıyordu. bulmuştu. belki bunu anladığında sevgi ondan nefret edecekti ama ondan ayrılınca çekeceği acının kaynağı ona duyduğu sevgiyse, bu nefret sevgi için bir kurtuluş olacaktı.
    4. 3
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm-3 altı ay önce ‘’dün seni aradığımda beni tanıyamadığına inanamıyorum hala! kızım nasıl unutursun beni dört yıl boyunca aynı evde yaşadık!’’ ‘’gizem çok özür dilerim inan, telefonum arızalanınca herkesin numarasını kaybettim, beni aradığında biraz dalgındım ama sonra hatırladım.’’ dedi sevgi, aynı anda bu söylediğinin ucuz bir yalan olmadığına kendisini de inandırmaya çalışarak. ‘’evet! ben hatırlattıktan sonra... hani ölene kadar sen sevgilim, ben gizemlin olarak kalacaktık. i̇ki yıl uzak kalınca unutulduk tabi. bulmuşsundur kendine bir yakışıklı oh mis!’’ derken bir kahkaha attı gizem, kahkahanın şiddetiyle aynı orantıda balık etli bedeni de sarsılıyordu. ‘’saçmalama gizem, yakışıklıları sürekli kapsama alanına alan sendin unuttun mu? neredeyse okulu uzatacaktın adamlar yüzünden. beni kendinle karıştırma!’’ ‘’tamam sevgilim, kızma hemen, takıldım sadece... eee, ne var ne yok neler yaptın görüşmeyeli, ha şu gideceğin iş ne ile alakalı, çalıştığın yerden memnunsun sanıyordum, tabi iki yıldır hala aynı yerde çalışıyorsan.’’ ‘’okuldan sonra bildiğin gibi kaldım hep, çok fazla değişiklik olmadı hayatımda ve evet aynı iş yerindeyim hala. memnunum aslında bir sıkıntı yok ama bu gideceğim görüşme çok büyük bir firmanın satın alma müdürlüğü. eğer bu işe girebilirsem sonra çok daha iyi yerlere gelebilirim. çok teşekkür ederim yanımda olduğun için, inan öyle heyecanlıyım ki...’’ sevgi konuşurken aynı anda çantasını açıp içindekilere bakıyor ardından dosyasındaki sayfaları karıştırıp yeniden düzeltiyordu. ne zaman çok heyecanlansa ellerine hakim olamıyor sürekli bir şeylerle uğraşırdı o an olduğu gibi. ‘’tabi kızım eski bir arkadaşı yeniden görmek değil de, iş görüşmesi nedeniyle heyecanlısın anladım... ‘’ gizem arkadaşının yüzündeki gülümsemenin azaldığını görünce hemen müdahale etti. ‘tamam, tamam asma hemen yüzünü. görüşme saatine ne kadar kaldı? geç kalmayalım sonra...’’ ‘’yok geç kalmadık, birazdan kalkarız önce çaylarımızı bitirelim, i̇stersen sen burada bekle beni çıkışta yanına gelirim, birlikte bir şeyler yaparız. hem iki yıl boyunca almanya'da neler yaptın merak ediyorum. almancanı geliştirebildin mi bari?’’ ‘’sorma, radarıma çok yakışıklı alman bir çocuk takıldı, dilinin tüm inceliklerini öğretti bana.’’ sevgi’ye göre böyle edepsizce imalarda bulunması her zaman hoşuna gidiyor özellikle yapıyordu gizem. ‘’ ne o kızım hala yüzün kızarıyor ben böyle konuşurken, hiç değişmemişsin.’’ bedenini sarsan bir kahkaha daha patlattı ardından. ‘’sen de sürekli böyle konulardan bahsedip utandırıyorsun beni. zevk mi alıyorsun?’’ arkadaşının o’nu ne kadar iyi tanıdığını hatırlamaya başlamıştı. ‘gerçekten hala yüzü kızarıyor muydu?’ hala okul yıllarındaki o saf kız olarak kalabilmiş miydi? bu düşüncelere dalacakken konuşmaya devam ederek derinlere dalmasını engelledi gizem. ‘’kız, yoksa hala biriyle birlikte olmadın mı?’’ biraz kaygı, biraz merak dolu bir ses tonuyla sormuştu sorusunu. ‘’oldum tabi ki! ama altı ay önce ayrıldık.’’ ‘’vay vay vay... sevgiliye bak sen, madem birlikte oldun neden hala yüzün kızarıyor ben böyle konulardan bahsederken. bak! gözlerini kaçırıyorsun hala...’’ sevgi çantasına son bir bakış attıktan sonra masanın üzerinde duran dosyasını alıp ayağa kalktı. ‘’ben kalkayım, görüşme saati yaklaştı.’’ ‘’kaç tabi hemen sıkışınca, neyse dur ben de geliyorum.’’ derken gizem de çantasını alıp ayaklandı. ‘’gizem, gerçekten senin gelmene gerek yok. hem belki orada oturup beni bekleyeceğin bir yer de olmayabilir. sıkılırsın.’’ o an gerçekten arkadaşı sıkılmasın diye mi, yoksa kendini yalnız daha iyi hissedeceğini düşünerek mi öyle söyledi emin olamadı. ‘’sevgi!’’ gizem’in otoriter ve buyruk içeren ses tonuyla adını söylemesi bir anda dikkatini ona vermesine neden oldu. ‘’hala adını böyle sert söyleyince yelkenlerini suya indiriyorsun. kızım hadi yürü, geç kalacaksın şimdi.’’ çantasıyla birlikte özgeçmişi ve kafasında tasarladığı bir projenin çıktısının olduğu kâğıtlarla dolu kalın klasörü kollarının arasına alıp arkadaşıyla beraber yürümeye başladılar. gidecekleri yer çok uzak değildi. yol boyunca eski günleri, eski arkadaşları hatırlayıp sıkça gülüşerek yürüdüler. firmanın bulunduğu gökdelenin önüne gelince ikisi de bir an durup ne kadar yüksek olduğuna baktılar. çoğu zaman böyle binaların önünden geçip giderlerdi. ama bu aşinalık duygusu sanki o binaların içine girilemezlikle özdeşleşmiş olduğu için o an ikisi de bu fikri özümsemeye çalışır gibi beklediler bir süre. gizem, sevgi'den daha önce toparlayıp kendini arkadaşının kolundan tutup giriş kapısına doğru sürüklercesine çekti. kapıdaki görevlilere iş görüşmesine geldiklerini söyleyip gidecekleri yeri öğrenince asansörlerin olduğu bölüme geçtiler. attığı her adımda kalp atışları hızlanıyordu. kulakları uğuldamaya başladı. yanında yürüyen gizem bir şeyler anlatıyordu ama suyun altındaymış gibi boğuk sesler duyuyordu sadece. önünde durdukları asansörün kapısı açıldığında dışarıya doğru silüetlerin çıktığını hissetti sadece. takım elbiseleri içinde adamlar, şık kıyafetler içinde kadınlar ve yoğun bir parfüm kokusu... zorlukla başını kaldırıp baktığında o’nun la göz göze geldi. tüm o bulanık görüntüler arasında net olarak seçebildiği bir çift siyah renkli göz. o an etrafındaki tüm şekiller olması gerektiği gibi düzelmeye başladılar. derin bir nefes aldı. siyah bakışların altında kemerli bir burun, fazla gür olmayan siyah bıyıklar ve altında gülümseyen dudaklar, geniş omuzları saran dar bir ceket ve kokusu... parfüm değildi bu, duştan yeni çıkmış saf ten kokusu gibi ve öyle güzeldi ki... bir yerlerden anımsıyordu, nereden olduğunu aylar sonra anımsayacaktı, ilk defa kollarının arasına alıp saçlarını okşadığında. adam için bir kaç saniye, kendisi için zaman kavramının anlamsızlığı kadar bir süre karşısında durduktan sonra kenara çekilip onun asansöre binmesine izin vermişti. sonra hafifçe omzuna değen omzuyla birlikte çıkıp gitmişti asansörden. gizem kıvılcımları hissetmiş, asansörün kapısı kapandığı an da arkadaşının kolunu sıkıp, adamın ne kadar hoş olduğundan bahsetmeye başlamıştı bile. evet, bakışları kokusu duruşu ve sonra hareketlenmesiyle, her eylemiyle bahsedilmeye değerdi. ama kendini çabuk toplayıp şehirden uzaklaşan asansörün içinde görüşmenin yapılacağı kata yaklaştığının farkına çabuk vardı. ........................... ‘’nasıl geçti?’’ ‘’güzeldi…’’ gizem sabırsızlık içinde dudaklarını kemirmeye başlamıştı. arkadaşının bu tepkisiz tavrı sinirlerini bozdu.‘’bu kadar mı yani? kızım bir buçuk saattir içeridesin ve senin yaptığın yorum sadece ‘güzeldi’ mi? ‘’ne diyebilirim ki, sordukları soruları cevapladım, projemden bahsettim. beğendiler sanırım. eğer onaylanırsam ikinci görüşmeye çağıracaklar. neyse şu an çok gerginim. gidip biraz alışveriş yapalım olmaz mı?’’ gizem aldığı bu cevaptan tatmin olmamıştı ama yine de üzerine gitmek istemedi. nasıl olsa birazdan detayları öğrenirim diye düşündü. ‘’açıl susam açıl! sihirli kelimeleri söyledin bebeğim. gidip kutlayalım zaferini...’’ yaklaşık bir saat süren mağaza gezme trafiğinin ardından kendilerini yorgun bir şekilde teras katındaki kafenin sedir sandalyeleri üzerine bırakıp kahve söylediler. ellerindeki alışveriş torbalarını boş bir sandalyeye bırakarak. siparşi vermelerine rağmen gizem elindeki menüyü incelemeye devam ediyordu. muhtemelen kahveyle birlikte kafenin girişindeki dolapta gördüğü rengarenk tatlılardan birini isteyecekti. sevgi ise son bir saattir yürümenin yorgunluğuyla kendini sandalyeye iyice bırakmış elindeki telefonun ekranına bakıyordu dikkatli bir şekilde. ‘’oturduğumuzdan beri elindeki telefonu bırakmadın! eski sevgilini mi kontrol ediyorsun hayırdır?’’ ‘’saçmalama gizem. ben öyle şeyler yapmam’’ ‘’versene şu telefonu!’’ görünüşünden beklenmeyecek bir çeviklikle kolunu uzatıp sevgi’nin parmakları arasındaki telefonu çekip aldı. ‘’ya ne yapıyorsun? geri ver telefonumu!’’ sevgi şaşkınlık içinde arkadaşına doğru bir hamle yapıp geri almaya çalıştıysa da başaramayacağını anlayınca kaderine razı gelir bir şekilde arkasına yaslanıp gizem’in vereceği tepkileri beklemeye başladı. ‘’i̇nanmıyorum sana ya!! hala bu yazıları mı okuyorsun?’’ gizem canı sıkılmış gibi dudaklarını yapmacık bir şekle soktu parmağını telefon ekranında kaydırırken. ‘’ne varmış okuyorsam adam güzel yazıyor!’’ ‘’adam olduğunu nereden biliyorsun. sahte bir isim ve profilinde saçma bir resim. okuldan beri takip ediyor musun bunu?’’ ‘’kim olduğunu ya da ne olduğunu bilmiyorum. yazdıkları doğal ve sahici. dün gece yazdıklarını okuyorum. zaten ne zaman ne yazacağı belli değil.’’ ‘’bir sürü yazar varken takipçi sayısı oniki’’ gizem telefonu elinden bırakıp avuçlarını açarak parmaklarıyla gösterir gibi yaptı. ‘’rakamla da söylüyorum 12 olan birini okuyorsun ve hakkında hiçbir şey bilmiyorsun. tamam, bunu bir yere kadar anlarım. bari mesaj atıp kim olduğunu öğrenseydin.’’ yeniden telefonu alıp okumaya çalıştı ekrandakileri. sevgi bir yandan konuyu değiştirmek istiyor ama içten içe arkadaşının yorumları da merak ediyordu. ‘’atmadım mı sanıyorsun? bir sürü yorum yaptım ama tek kelime söylemedi.’’ ‘’benim kadar gizemli yani, doğru söyle lan beni bununla mı aldatıyorsun?’’ bu defa kıkırdayarak güldü gizem, sanki toplum içinde söylenmemesi gereken bir söz söylemiş gibi hafifçe etrafına bakarak ve daha kısık sesle. ‘’hayır. sadece yazıyor. bir beklentisi olmadığını hissediyorsun. bazen günlerce yazmıyor, bazen bir anda bir sürü yazı ekliyor. ne yorum yaparsam yapayım cevap vermiyor. sanki tüm dünyadan kopmuş, kendi içinde yaşıyor. böyle biri olabilir mi? neden bir insan böyle olsun? yani bir insanı hangi yaşadıkları bu hale getirebilir. bunları merak ediyorum.’’ bir an duraksadı sevgi, sanki arkadaşına değil de kendine açıklama yapıyormuş gibi hissetti. ‘’ belki yazdıkları arasından bunları öğrenmeye çalışıyorum.’’ gizem böyle ciddi bir açıklama beklemiyordu. canı sıkıldı ama bozuntuya vermek istemedi.‘’yakışıklı ve almanca biliyorsa üzerinde durmaya değer. yoksa sadece senin abartmandan ibarettir. neyse madem okumayı seviyorsun al telefonunu iyi okumalar.’’ kendini mahcup hissetti sevgi, toparlamaya çalışır gibi en şefkatli ses tonuyla: ‘’tamam, affedersin saygısızlık yapmak istemedim sana, biliyorum bunca zaman sonra görüşmüşüz, kalkmış telefonla uğraşıyorum. ama inan sadece ilgimi çekmişti son eklediği yazı…’’ ‘’yıllardır çekmiyor mu zaten?’’
    5. 3
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm-4 1 hafta önce ‘’olcay bey, taslağınızı editör arkadaşlarımız inceledi. ama siz de takdir edersiniz ki romanınızda işlediğiniz konu pek popüler bir konu değil. evet mitolojik efsanelerdeki tanrıları günümüz sosyal medya fenomenlerine benzetiyor olmanız, mitolojik olaylarla bugün yaşanılanlara göndermeler yapmanız bir yere kadar ilgi çekiyor. ama bahsettiğiniz bazı konular, nasıl en doğru şekilde açıklayabilirim bilmiyorum ama biraz şey gibi... ‘’adam gözlüğünü çıkarıp önündeki dosyanın üzerine bıraktıktan sonra konuşmasına devam etmek için derin bir nefes aldığı sırada olcay araya girdi: ‘’açık konuşun lütfen, ikimizde bir çok şeyin farkında olacak yaştayız ve farkında olacak kadar ülkenin gerçeklerine hakimiz!’’kaçıncı defa romanının red edildiğini artık bilmiyordu ama saçma sapan bahaneler duymaktan, insanların karşısına oturup onu kırmamaya çalışırmış gibi davranmalarından artık midesi bulanıyordu. ‘’bahsettiğiniz, daha doğrusu anlattığınız bazı konular günümüzde yaşananlarla benzerlik taşıyor.’’ ‘’yani!’’ adam az önce çıkardığı gözlüğünü yeniden takarak gözlerini olcay’ın üzerine dikip konuşmasına devam etti: ‘’yanisi şöyle, editörümüzün not düştüğü konularla ilgili değişiklik yapıp biraz daha mistik hava katarsanız, ne bileyim mesela doğaüstü olaylardan falan bahsedip gerilim ya da korku temalı anlatımlarda bulunursanız kitabınızı yayınlayabiliriz.’’ olcay sinirlerine hakim olamadığını hissetti. ellerini birleştiriyor, parmaklarını eğip büküyor, canı yanınca duruyor yeniden başlıyordu ta ki parmaklarının eklem yerlerinden sesler gelene dek. ‘’evet editörünüzün düştüğü notları inceledim, bana diyorsunuz ki günümüzde nüfuz sahibi insanların ayaklarına basmayacak, etliye sütlüye dokunmayacak masallar anlatmamı istiyorsunuz!’’ ‘’bakın çok zengin ve akıcı bir diliniz var, anlatımlarınız, tasvirleriniz neredeyse mükemmel, okuyucuyu avucuna alıyor ama takdir edersiniz ki böylesine etkileyici bir dille yazmanız ister istemez okuyanların akıllarında soru işaretleri uyandıracaktır.’’ ‘’koyunları uyandırmadığım sürece sorun yok diyorsunuz?’’ ‘’lütfen, en nihayetinde ticari bir kaygı bu. yayınevi politikamız gereği bazı konularda hassas olmamız gerekiyor.’’ ‘’i̇ktidara yakın olduğunuz için böyle davranıyorsunuz! yarın başka bir iktidar gelince bundan önce yayınladıklarınızı ne yapacaksınız?’’ i̇şler çığırından çıkıyordu artık. daha fazla tartışmanın anlamsız olduğunu düşündü adam. neden bir elektronik posta atıp kabul edilmediğini söylememişti ki. olcay’ın haklı olduğunu biliyordu. bir gün ülkenin siyasi yapısı değişecek olursa en çok satan kitaplardan biri olabilirdi. ama şu an daha fazla devam etmemesi gerektiğini biliyordu. önündeki taslağı olcay’a doğru sürükledi masanın üzerinde. ‘’olcay bey konumuz bu değil. neyse, editörlerimizin tavsiyeleri doğrultusunda düzenlemeler yaparak eserinizi getirirseniz yeniden incelemeye alabiliriz. şimdilik bu kadar.’’ ‘’aslında şöyle yapalım, siz iktidarı yalamak için nasıl bir roman istiyorsunuz onu açıkça söyleyin, ben de kelimelerimi hizmetinize sunayım!’’ ‘’i̇yi günler olcay bey!’’ masanın üzerinde duran dosyasını eline alıp arkasına bile bakmadan cam kapıyı çarpıp çıktı odadan. bu görüştüğü altıncı yayıneviydi ve neredeyse hepsinden aynı tepkiyi almıştı. i̇ki yıl çalışıp araştırmalar yapıp ortaya çıkardığı roman, birilerini rahatsız edeceği düşüncesiyle sürekli ret ediliyordu. yayınevlerinden sadece bir tanesi kabul etmişti kitabı basmayı ama onlarda iktidara muhaliflerin düzenlediği birkaç konferansta konuşmacı olmayı kabul etmesi şartıyla. oysa ne kitabı yazmadan önce ne yazarken ne de şimdi siyasetle hiç bir ilgisi yoktu. tek derdi yazmaktı, aklındaki kelimelerden kurtulmak için yazıyordu her zaman. birilerine yaranmak ya da birilerini yermek için değil. anlayamıyordu insanların onu kategorize edip sınıflandırmaya tabi tutmaya çabasını asla anlayamayacaktı... yayınevinin bulunduğu binadan çıktığı anda telefonu çalmaya başladı. ekrandaki numara tanıdıktı. son bir haftadır sürekli arayan, borcu olduğu bankalardan biriydi bu. borcunu ödeyebilmek için yeni bir kredi çekmiş ama onu da ödeyemeyince sürekli aramaya başlamıştı bankalar. yarı zamanlı çalıştığı işler dışında bir işi yoktu ve kazandığı ancak karnını doyurmaya yetiyordu ama artık dibe vurduğunu hissediyordu. artık yazmayı bırakıp bir işe girip çalışmalıydı. yazmayan bir olcay? bunu düşünemiyordu bile. son bir ay içinde bulabildiği en iyi iş, bir barda garsonluktu. öğleden sonra saat altıda başlayıp gece ikide biten. borçlarını ödeyemeyecekti belki ama en azından bir kaç ay zaman kazandırabilirdi ona kitabını yayınlatana kadar... otobüs durağına geldiğinde panoda yazan, oradan geçen otobüs hatlarını inceledi. bir tanesi çalıştığı barın olduğu semtten geçiyordu. oturup beklemeye başladı. beklerken yanına elinde bir demet kırmızı gül taşıyan en fazla yirmili yaşlarında bir genç geldi. durağın diğer tarafına elinde o günlerin en moda giyim firmalarından birinin poşetini taşıyan aynı yaşlarda bir kız. genç adamın telefonu çaldı. telefonu ilk açtığında söylediklerini duyabiliyordu ama bir kaç dakika sonra sanki fısıltıya dönen sesi rüzgârın ve geçip giden araçların motor gürültülerinin uğultusunda kayboldu. telefonu kapattığında gencin yüzüyle birlikte elinde taşıdığı güllerinde renginin solduğu hissetti bir an. az önce yukarıya bakan çiçekler telefonun cebe konmasıyla birlikte yere eğilmişti sanki. durağın diğer tarafında beklemekte olan kız tüm bu olan bitenden habersiz durağa yanaşan otobüslerin tabelalarını okumaya çalışır gibi gözlerini kısıp açıyordu.. sadece genç adam ve onu izleyen olcay farkındaydı olan bitenin. ayağa kalkıp genç adama yaklaştı. ‘’ateşin var mı arkadaşım?’’ mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışarak. genç adam ceplerini yoklayıp çakmağını çıkardığı an da olcay ‘’bir dakika’’ diyerek kızın yanına gitti genç adamın şaşkın bakışları altında. olcay kıza, genç adamın duyamadığı bir şeyler söylerken kız omzunda asılı duran çantasını açıp bir paket sigara çıkartıp içinden bir tanesini olcay'a verdi. sigarayı alıp genç adamın yanına geri geldi olcay. genç adam şaşkınlığın etkisinden kurtulup çakmağını ateşleyip sigarayı yaktı. o anda kızın da az önce kendisinin yaşadığı şaşkınlıkla kendisine baktığını fark edip, ne olduğunu bilmediğini ima eder gibi alt dudağını büküp başını hafifçe iki yana sallarken, kız gülümsedi. olcay sakin bir şekilde genç adamın yanında durarak sigarasını içmeye başladı durağa yanaşan otobüslere dikkatini vererek. bir kaç dakika sonra beklediği otobüs gelince kızı yanına çağırıp yarım sigarasın kıza verip otobüse binmek için duraktan dışarı çıktı. kız kendisine bir emir verilmiş gibi olcay'ın yanına gelip sigarayı aldı ve öylece bakakaldı arkasından, genç adamın yanındaydı artık. ‘’ne tuhaf adam!’’ dedi kız, hala gülümsüyordu. ‘’evet, benden ateş isteyince kendi sigarası var sandım ama gidip sizden sigara istedi. oysa sigarayı da benden isteyebilirdi.’’ ‘’ben de sigara isteyince dilenci ya da tinerci sandım bir an ürktüm, çünkü sizin yanınıza geldiğini fark ettim önce, sonra yanıma gelince sizin terslediğinizi düşündüm.’’ konuşurken arada genç adamın yüzüne bakıyor sonra başını çeviriyordu kız. ‘’hayır, benden ateş istedi, ben çakmağımı çıkartınca sizin yanınıza gitti. tuhafmış gerçekten.’’ kızın gözlerinin içindeki pırıltıyı fark etmemek elinde değildi genç adamın. kendisine göre kısa boylu, minyon tipli kızın onun yüzüne bakmak için hafifçe başını yukarı kaldırması ve sonra önüne eğmesi öyle hoşuna gitmişti ki. kızın bir an dikkatini yaklaşan bir otobüse verdiğini gördü. ‘’evet, pardon benim otobüsüm geldi, size iyi günler.’’ genç adam hızlı adımlarla kızın uzaklaşmasını izlerken durağa yanaşan otobüsün tabelası gözüne çarptı. o an hangi duyguyla hareket ettiğini asla bilemeyecekti. tek aklından geçen o kızın yanında bir süre daha kalmak istediğiydi. çok istersen olur muydu gerçekten sorusuna bir cevap gibiydi durağa yanaşınca durup kapılarını açan otobüs. ‘’pardon! bu otobüse mi bineceksiniz?’’ ‘’evet?’’ ‘’ben de öyle, yani başka bir otobüse binecektim ama gerek kalmadı.’’ ‘gerek kalmadı…’ kız bu iki kelimeyi duyduğu anda arkasında bekleyenlerin geçmesi otobüsün kapısının önünden kenara çekilip; ‘’oysa güzel çiçeklermiş, sahibine ulaşmayacağı için üzülmüş olmalılar, böyle boyunlarını yere eğdiklerine göre...’’ ‘’belki gerçek sahibini arıyorlardır...’’ genç adam daha önce de hissetmişti göğsünün arasında her saniye daha hızlı çarpan kalbin içinden geçen kanın damarlarına yayılırken hissettiği sıcaklığı. düşünmeden konuşuyordu. konuştuktan sonra da düşünmek istemiyor sadece dilinin ucuna gelen her kelimeyi seslendiriyordu. ‘’nasıl yani?’’ diyerek merakla sordu kız, yol verdiği yolculardan sonuncusu da binerken otobüse. ‘’lütfen önce siz buyurun.’’ genç adam otobüsün kapısının yanına kadar gelmiş sağ elini hafifçe yol gösterir gibi hareket ettirmişti. ‘’teşekkür ederim.’’ otobüsteki tüm koltuklar dolmuş, ayakta da birkaç kişi vardı. arka taraflarda boş bir yere doğru ilerlediler, kız önde genç adam arkada. durdukları yerde kız sırtını cama yaslayıp yüzünü döndü genç adama. ‘’otobüse binmeden önce ne demek istediniz anlayamadım?’’ muzipçe gülümsedi önce genç adam, sonra bu muziplik düşüncesinden utanırcasına bakışlarını kızın gözlerinden ayırıp elinde tuttuğu çiçeklere çevirdi.‘’bakın, çiçekler boynunu bükmekten vazgeçtiler.’’ ‘’evet,’’ dedi kız gülümsemesi biraz daha yayılırken dudaklarına sesindeki coşku da artmıştı. ‘’daha parlaklar şimdi!’’ oysa birkaç dakika gökyüzünü saran bulutlar aralanmış, güneş olanca parlaklığıyla kırmızı yaprakları uyandırmıştı sadece. ‘’buyurun, sizin almanızı istiyorum.’’ kız mahcup olduğunu hissetti. yanakları kızarmış mıydı? yüzünün yandığı dışarıdan görünüyor muydu? ellerini nereye koyacağını bilemedi. önce ceketinin ceplerine soktu sonra çıkarıp çiçeklere doğru uzatmak isterken duraksayıp avuçlarını açıp hafifçe salladı. ‘’hayır, hayır teşekkür ederim ama bunu kabul edemem.’’ ‘’eğer kabul etmezseniz bu çiçekleri bir çöp kutusuna gömmek zorunda kalacağım, üstelik yaraşır bir cenaze töreni bile düzenlemeden.’’ bu defa seslendirdiği kelimelerin haddini aşıp aşmadığını merak etti. ne demişti? i̇çinden tekrarladı genç adam, ‘’… üstelik yaraşır bir cenaze töreni bile düzenlemeden…’’ sonra yeniden… ‘’bu çiçekleri kime aldığınızı bilmiyorum ama bana almadığınızı biliyorum.’’ kızın konuşmasına devam etmesine izin vermedi genç adam. ‘’adım yusuf, 25 yaşındayım, bir teknoloji mağazasında çalışıyorum, üzerine fiyat etiketi koyabileceğin her şeyi satabilecek kadar çok kendime güveniyorum. bu çiçekler ücretsiz!’’ bu da neydi şimdi? ‘çiçekler ücretsiz!’ az önce kızın yanaklarında gördüğü kızarıklık kendi yüzünde de anlaşılıyor muydu o an? ‘’adım hilal, her ne kadar adınızı yaşınızı ve mesleğinizi az önce öğrenmiş olsam da yabancılardan bir hediye alma konusunda katı kurallarım vardır.’’ ‘’o halde bu çiçeklerin cenaze merasimi olmadan bir çöp kutusuna atılmasının sorumluluğu size ait, nasıl isterseniz.’’ yusuf’un sesindeki ukalalık ve kendini beğenmişlik, aşırı özgüven hali hoşuna gitmişti. bir yanı bu otobüs yolculuğu bittikten sonra bir daha asla görüşmeyeceğini ve anın tadını çıkarmasını söylerken diğer yanı neden bitsin ki diye soruyordu durmadan. geçmişinden gelen bir ses ise, ‘nazikçe mesafe koy arana ve kafanda gereksiz kurgulara kapılma!’ diye uyardı onu. sadece akışına bırakmaya karar verdi. ‘’bundan sonra bir kadınla tanışırken ukala olduğunuzu da belirtmeniz gerekiyor, yoksa sizi hile yapmakla suçlayabilirler, şimdi benim yapabileceğim gibi.’’ ‘’daha önce işlediğim hiç bir suçta vicdanım bu kadar rahat olmamıştı...’’ .......... olcay çalışacağı barın önüne geldiğinde daha bir saat vardı mesaisinin başlamasına. personellere ayrılmış barın arka tarafındaki bölmeye gidip elindeki dosyayı bırakıp ön yüzünde barın isminin yazılığı olduğu önlüğü giydi. henüz kimse yoktu mekanda. masaların tozunu alıp tabureleri düzeltti. daha çalışmaya başlayalı bir ay bile olmamış ama sıkılmıştı. ‘sipariş verecekler getireceğim. masa boşaldığı zaman temizleyip yeni müşteriler için hazırlayacağım. herkes gidince ortalığı temizleyeceğim.’ bu rutin düşünceler arasında ilk müşteriler gelmeye başladı. güler yüzle karşıladı onları. her birini istedikleri yerlere oturtup siparişlerini aldı. bir süre sonra omzunda asılı gitarıyla en fazla yirmi yaşlarında bir çocuk içeri girip sahneye doğru yöneldi. başıyla hafifçe garsonları selamladıktan sonra, omzundaki gitarı sahnenin köşesine bırakıp ses sisteminde gerekli ayarlamaları yapıp şarkı söylemeye başladı. i̇lerleyen saatlerde mekan neredeyse tamamen dolmuştu. başını hangi tarafa çevirse boşalan bardaklarını doldurmasını isteyenlerle göz göze geliyor isteklerini yerine getiriyordu olcay. kandaki alkol miktarının artmasıyla birlikte hem mekândakilerin hem de şarkıcının keyfi yerine gelmiş, doğal bir koro oluşmuştu. hep bir ağızdan söylenen şarkılar, boşalan bardaklar, dolan bardaklar, ayağa kalkarken sallanan insanlar, oturduğu yerden sesinin çıktığı kadar şarkılara eşlik edenler -ki bazıları sessiz kalsa daha iyi olur-, barda durup önüne konan her bardağı dolduran barmen, kasada oturan hesap fişlerini kontrol eden kasiyer, alkolü fazla kaçırıp hesaba itiraz ettiği için yaka paça dışarı çıkarılanlar, bazı masalarda tek basına oturup, tek basına yan masalarda oturan karşı cinslerini süzenler, tüm bunlar arasında gidip gelen olcay... ortamın havası yoğun sigara dumanı ve alkol kokusuyla ağırlaştıkça iki uçta ki kapılar aynı açılıyor ve dışarıdaki serin temiz hava içeriye alınıyordu. saat iki olmak üzereydi. şarkıcı programını bitirip gitarını kılıfına yerleştirirken olcay’a işaret edip çıkmadan önce son bir bardak bira istedi. sadece iki masada bir kaç müşteri kalmıştı. olcay şarkıcının isteğini yerine getirdikten sonra diğer masaları temizlemeye ve tabureleri düzeltmeye başlamıştı bile. bar sahibi içeri girdi. kasanın yanına gelip kasiyerle konuşmaya başladığında olcay'la göz göze geldiler. ‘’olcay, biraz gelebilir misin, o işi başkası halleder. hem daha erken temizlik yapmak için.’’ bar sahibi olcay’ın cevap vermesini beklemeden sırtını döndü. ‘’buyrun mete bey.’’ ‘’gülperi, olcay bey'in hak edişini hesaplayıp verir misin?’’ kasanan arkasında oturan kız söyleneni anlayamamış gibi birkaç saniye duraksadıktan sonra personel kayıtlarını tuttukları kağıtları çıkardı bir çekmeceden. olcay önce mete’ye, sonra gülperi’ye baktıktan sonra kendini toparlayıp yeniden mete’ye döndü. ‘’anlamadım? yanlış bir şey mi yaptım? neden ücretimi ödüyorsunuz şimdi? daha ay başına bir kaç gün vardı.’’ ‘’bak olcay'cım, seninle sürekli çalışman konusunda anlaştığımızı biliyorum ama senin de gördüğün gibi hafta içleri neredeyse bomboş ortalık. sadece hafta sonları ya da tatillerde iş oluyor. sen yine hafta sonları gelip burada takıl ücretini al, hafta içi de başka bir iş bakarsın kendine. hem sen üzülme hem de biz üzülmeyelim öyle değil mi?’’ mete’nin yılışık ve rahat tavırları her zaman rahatsız etmişti olcay’ı ama o an daha da tiksindi adamdan. tamam, bu işi severek yapmıyordu ama mecburdu. i̇nsanlara sordukları zaman işsizim demeyi tercih ediyordu hatta ama yine de çalışmalıydı. ‘’bakın mete bey, zaten yarı zamanlı işleri bile zor bulabiliyorum ama bana sürekli bir iş gerekiyor. çok fazla borcum var, kısa süreli işlerde kazandığım ancak karnımı doyurmaya yetiyor. ‘’seni anlıyorum olcay'cım ama seni sürekli işe alırsam sigortanı yaptırmak vergi vermek durumunda kalacağız. sen de bizi anla, yorma gel iki kadeh içelim, otur dinlen biraz. ne içersin?’’ ‘’sadece bira...’’ ‘’tamam bize oradan iki bira verin, kızım sen hesapladın mı olcay bey'in ücretini? yarısı kadar daha ekle üzerine!’’ mete olcay’a bakmadan konuşuyor, arada bir salona dönüyor, etrafı inceliyor, diğer çalışanları izliyordu. ‘’teşekkür ederim ama hiç gerek yok buna. hak etmediğim hiç bir şeyi istemiyorum sizden.’’ ‘’olur mu öyle şey olcay'cım, eline sağlık geldiğin günden beri işini doğru düzgün yapıyorsun. bunu bir çeşit ikramiye olarak düşün. hem yeni olduğun için sana bahşişten pay da vermiyorlardır. onu da telafi etmiş oluruz. bu arada daha önce konuşamamıştık, senin bir mesleğin, bir uzmanlığın var mı?’’ ‘’hayır üniversiteyi yarıda bırakıp askere gittim, geldikten sonra da orada burada kısa süreli ilerde çalıştım hep.’’ önüne konan dış yüzeyi buğulanmış bardaktan büyük bir yudum alıp konuşmaya devam etti mete. ‘’hımm.. zor olmalı senin için. yaş da ilerledikten sonra insanın bir işi öğrenmesi kalıcı olması zor olur. ben de senin gibiydim. baktım bir iş yapamıyorum babamın da yardımıyla burayı açtım. beki bir gün sen de kendine bir yer açarsın ticarete atılırsın ne dersin?’’ olcay adamın ne yapmaya çalıştığını anlamıştı. aklı sıra bir süre konuşup, nasihatler verip kendi vicdanını rahatlatacaktı. bir an önce oradan ayrılmak için hızlı hızlı içmeye başladı birasını. ‘’bu zamanda parası ya da birikimi olmayanların iş kurma hayali bile kurması çok zor. o yüzden pek düşünmüyorum.’’ ‘’hadi canım bu kadar çatma kaşlarını, umutsuz olma. belki biriyle ortak olursun. hem üniversite de hangi bölümde okudun? oğlum! ordan birer bira daha ver ama soğuk olsun. ne bu böyle imamın abdest suyu gibi! müşterilere de böyle mi veriyorsunuz birayı?’’ diyerek hayıflandı mete. ‘’türk dili ve edebiyatı bölümünde okuyordum, üçüncü sınıfta bıraktım okulu bazı nedenlerden dolayı.’’ ‘’hımm…’’ mete’nin sanki o an sohbete önem veriyormuş gibi durup durup ‘hımm’ gibi sesler çıkması daha çok rahatsız etmeye başlamıştı olcay’ı. ‘’devam etme ya da bitirme şansın yok mu dışarıda falan?’’ ‘’az önce dediğiniz gibi bir yaştan sonra öğrenmek zor oluyor!’’ ‘’sen zeki bir adamsın biliyor musun? gülperi bahsetmişti geçen gün bir şeyler yazıyormuşsun. yazar olursun kitap falan yayınlarsın belki? ha ne dersin?’’ ‘’aslında bir roman yazdım ama yayınevleri tarafından kabul edilmedi.’’ ‘’bir ara okumak isterim. belki çevremdeki arkadaşlardan birinin tanıdığı yayınevi vardır onlarla konuşurum. en azından sanata katkımız olur ne dersin?’’ ‘eminim okursun!’ diye aklından geçirdi olcay. bu adamın yapmacık tavrı, insanlara yukarıdan bakması, sanki bir tanrı edasıyla etrafına iyilikler saçma çabası, önündeki bardağın boşaldığını gördü eline alınca. biraz fazla mı hızlı içmişti? kimin umurunda? ‘’bir bira daha alabilir miyim?’’ ‘’gel şöyle masaya geçelim.’’ derken bir elini olcay’ın omzuna atıp kendine doğru çekti ayağa kalkınca. ‘’oğlum bardaklar boşaldıkça doldur bekleme istememizi! başka neler yazarsın sadece roman mı?’’ ‘’kısa denemeler yazıyorum, anlık duygular ve düşünceler, kısa hikâyeler bazen şiir...’’ ‘’ne zamandır yazıyorsun?’’ mete’nin dikkatinin kendi üzerinde toplandığını hissetti olcay. aklından ne geçiyordu acaba, sorulara cevap vermeye devam etti birasını yudumlarken. ‘’uzun zamandır, hatırlamıyorum ne zaman yazmaya başladığımı.’’ ‘’vaay hatırlamadığın kadar uzun zamandır yazıyorsun ve şimdiye kadar seni kimse keşfedememiş. yazık. bak aklımda bir fikir var ama bugüne kadar hiç yapanı görmedim. sesin güzel mi?’’ ‘’güzel derken?’’ ‘’yok yav şarkı söylemek için değil, yani güzel şiir okuyabilir misin?’’ ‘’arkadaşlar bazı şiirlerimi güzel okuduğumu söylerler ama ben emin değilim.’’ ‘’peki, sadete geliyorum. burada şiir gecesi yapsak sen müşterilerin istediği şiirleri hatta kendi şiirlerini sahneye çıkıp müzik eşliğinde okusan?’’ mete birkaç saniye susup olcay’ın yüzünü inceledi dikkatle. ‘’evet işte bu! gözlerindeki ışıltıyı görmek istiyordum. kabul et güzel fikir değil mi?’’ ‘’emin olamadım. daha önce hiç topluluk karşısında şiir okumamıştım. biraz ürkütücü geliyor bana.’’ mete az önceki yılışık tavrından kurtulup oturuşunu düzelterek boğazını temizlemek için ökzürdükten sonra ciddi bir şekilde konuşmaya devam etti. ‘’bak açık konuşayım, istersem çok güzel sesli iyi şiir okuyan birilerini bulabilirim. ama mademki senin de paraya ihtiyacın var ve üstelik yazıyorsun sana bir fırsat vereceğim. denemek için hafta içi bir kaç gece gelip bir kaç saat okursun bakalım nasıl tepki alacağız müşterilerden. eğer tutarsa hafta sonuna alırız saatlerini, garsonluk yaparken aldığın paranın iki katını alırsın. üstelik program boyunca içtiğin içkilerin ve yemeklerin ücretleride bizden olur. ha! ne dersin? hadi şerefe kaldıralım!’’ önündeki bardağı kaldırıp mete’nin elindeki bardakla tokuşturuken duyduklarını anlama çalışıyordu olcay. şiir yazmak başka bir şeydi, okumak başka bir şey, ya onları sahneye çıkıp birilerinin karşısında okumak? ‘’bu konuda kendime pek güvenmiyorum. yazdığım şiirlerin bile güzel olduğunu sanmıyorum. o yüzden bilemiyorum.’’ ‘’canım sen de popüler şiirleri okursun. hani şu sosyal medyada sürekli sözleri dönen şairlerin yazarların. önemli olan güzel okuman, dinleyenleri mest etmen. anlıyor musun? i̇nsanlar şiirleri senden dinledikçe daha çok içmeliler, daha çok içince ne oluyor?’’ sık sık yapardı mete bunu. almak istedikleri cevaplar için, sorular sorar, insanları ikna etmek için kendi kendilerine konuştururdu. şimdi olcay’a yaptığı gibi. ‘’sarhoş?’’ ‘’evet o da var, sarhoş olmak için daha çok içiyorlar biz de kazanıyoruz. tamam, eğer bu fikrim tutarsa ve mekan dolarsa sana şimdi kazandığının üç katını ödeyeceğim.’’ ‘’bir şartım var!’’ ‘’şart?’’ mete bir yudum daha içmek için havaya kaldırdığı bardağı ‘şart’ kelimesini duyduğu anda yeniden masanın üzerine bıraktı. daha fazla mı para istiyordu? ‘’şiirler dışında her gece kendi yazdığım bir iki deneme yazısını ya da hikâyeyi de okumak istiyorum.’’ ‘’bu biraz sıkıcı olmaz mı?’’ mete sanki kafası karışmış ve bu karışıklığı sakallarını kaşıyarak düzeltebilecekmiş gibi parmaklarını çenesine götürüp ‘’yani insanlar masal dinlerken sıkılabilirler.’’ dedi. ‘’dediğiniz gibi deneriz. olmazsa zaten değiştiririz ya da vazgeçeriz.’’ ‘’sevdim seni olcay! demiştim akıllı adamsın. tamam, hadi şimdi bir deneme yapalım çık sahneye.’’ yumruğuyla olcay’ın omzuna hafif bir yumruk attı. ‘’şimdi mi?’’ ‘’evet hala içeride bir kaç müşteri var bakalım nasıl tepki verecekler. gerçi çoktan kafayı bulmuşlar ama olsun. hem görmüş oluruz.’’ ‘’yalnız, yanımda hiç şiirim yok.’’ dedi olcay geçerli bir mazeret bulmak ister gibi o an sahneye çıkmamak için. ‘’aklında da mı yok yazdıklarından?’’ ‘’hayır’’ ‘’nasıl bir şair kendi yazdığı şiiri aklında tutamaz ki?’’ mete’nin ses tonuna şüphe düşmüştü. o an aklındaki bu fikri paylaşmak için olcay’ın doğru adam olup olmadığını tartmaya başlamıştı kendi içinde. ‘’belki şair değilimdir.’’ ‘’gülperi! diz üstü bilgisayarı getirir misin? tamam, internetten kafana göre bir iki şiir bul çık sahneye, oğlum! olcay abinin sesine göre şu ses sitemini ayarlayın hemen, sakin bir müzikte bulun, bak ama sadece müzik, söz olmasın! hadi bakalım olcay göreyim seni, ha biranı da al yanına...’’ bir komutan edasıyla etrafa emirler yağdırırken garsonlardan biri sahnenin arka tarafında duran ses sisteminin yanına doğru hareketlenmişti. olcay oturduğu yerden kalkınca hafifçe sallandığını hissetti. bir süre ayakta sabit durup başının dönmesi geçince yarısı dolu bira bardağını da alıp sahneye çıktı. her gece müzisyenin oturduğu yüksek koltuğa otururken gülperi diz üstü bilgisayarı notaların konduğu sehpaya bırakıp, olcay'a gülümseyip indi sahneden. olcay bilgisayarın internete bağlı olup olmadığını kontrol edip kendi blog sayfasına bağlanıp, eskiden yazdığı şiirlerden birini açtı. aynı anda ses sistemini ayarlayan çocuk olcay'dan mikrofona yaklaşıp konuşmasını istedi. olcay'ın ağzından çıkan ilk kelimeyle birlikte tiz bir ses bütün barı yalayıp geçti adeta. i̇çeride son kalan müşteriler bir an ayılmış gibi dikkatli bakışlarını olcay'ın üzerine çevirince utandığını hissetti. kan yüzüne baskı yapıyordu adeta. kalan birasını bir dikişte bitirdi sakinleşebilmek için. bira bardağını yere bırakırken garsonla göz göze gelip yeni bir bardak daha istediğini işaret etti. garson işareti görür görmez hızlı bir şekilde bira doldurup yanına getirdi. bir yudum daha aldıktan sonra olcay şiiri okumaya başladı. i̇lk bir kaç mısrada sesi az çıkınca ses sistemini ayarlayan çocuğun ikazıyla durdu. çocuktan tamam işaretini alınca en baştan okumaya başladı. sesi şimdi daha iyi duyuluyordu. okumaya devam ederken çocuk başka ayarlarda yapmıştı. artık sesi ona ait değilmiş gibi, hafif ekolu, biraz derinden gelmeye başladı. üzerindeki heyecanı atınca çalan müziği hissetmeye başladı içinde. müziğin temposuna uyarak sesini azaltıp arttırıyor, bazı kelimelerin üzerine vurgu yapıyor, bazı satırları nefesini tutarak okuyordu adeta. bazı mısralar arasında durup bir yudum bira alıyor, derin bir iç çekiyor öncekinden daha içli bir şekilde okumasına devam ediyordu. şiiri bitirene kadar bilgisayar ekranından ayırmamıştı gözlerini. sanki kendi odasında az önce seviştiği bir kadına okur gibi okumuştu. şiiri bitirip başını kaldırınca müşterilerle göz göze gelmişti. barın iki ayrı ucunda oturanlar ne zaman onun dibine kadar gelmişti ki? şiir bitmiş, olcay susmuş, müzik durmuş, aynı anda sanki zaman da durmuştu. ne müşteriler, ne mete ne de çalışanlar, hiçbiri hareket etmiyor büyülenmiş gibi ona bakıyorlardı. bir kaç saniyelik zaman durması herkesi sarmıştı. i̇lk kendine gelen kasada duran gülperi, yavaş ama kendinden emin bir şekilde alkışlamaya başlamış, ardından müşteriler, mete ve diğer personeller de alkışa katılmışlardı. kendini tuhaf hissetti. yerde duran bardağına doğru eğilip eline aldı. sonra doğrulup sahneden inecekti ki müşterilerin arasından sarhoş olduğu söylediği kelimelerin son heceleri yuvarlamasından anlaşılan kadın bir tane daha okumasını rica etti. kadının isteğinden sonra mete'yle baktığında onaylarcasına başını salladığını görünce yeniden yerine oturup başka bir şiirini açtı bilgisayar ekranında. ses sistemiyle ilgilenen çocuk bu defa bir piyano sonatı açtı. müzik çalmaya başladı. bir kaç saniye kendini müziğin sihirli kolları arasına bırakıp içine işlemesine izin verdikten sonra okumaya başladı. okudukça başka bir dünyanın içinde yol aldığını hissetti. hiçbir kaygının, acının, üzüntünün olmadığı, kendi dünyasının içinde kollarını açmış süzülüyordu adeta. bitirdiğinde daha önce olduğu gibi yine kimseden ses çıkmıyor herkes dikkatli gözlerle ona bakıyordu. bu defa başını kaldırmadan bir yudum aldı birasından. mete ayağa kalkıp müşterilere teşekkür ederken önümüzdeki günlerde şiir geceleri yapacaklarını açıkladı. artık kapanma zamanı geldiği için müşterilere hesap pusulalarının gönderilmesini istedi çalışanlardan. ‘’olcay'cım sen neymişsin böyle yaaaa!!! daha önce neden denemedik bunu. hepimizi mest ettin gerçekten. gülperi kızım! cumartesi gecesi gelecek olan şu şarkıcı kadın vardı ya, adı neydi? neyse, hani şu çok para isteyen kapris yapan, ona söyle bu hafta iptal. olcay bey çıkacak sahneye.’’ mete’nin sevinci hareketlerine yansımış, yeni keşfini kolunun altına almıştı bile. ‘’bak olcay'cım bu cumartesiye kadar sen düzenle şiirlerini, gelirsin buraya aynı az önce olduğu gibi okursun. bu defa yanında bizim gitarist çocuk da olur. birlikte kararlaştırırsınız, ne istiyorsan onu çalar. eminim çok iyi olacak!’’ ‘’peki deneme yazılarım ve hikayalerim?’’ diye çekinerek sordu olcay. ‘’eğer onları da bu kadar güzel okuyabiliyorsan, küfür etsen umurumda değil! yeter ki insanları büyüle! şimdi evine git dinlen biraz, oğlum! oradan bir şişe viski ver olcay abine, seninle güzel işler yapacağız olcay'cım...’’ mete olcay’ın sırtını sıvazladıktan sonra ayrıldı yanından. karşılık vermesine fırsat bırakmadan arkasını dönüp uzaklaştı. olcay siyah bir poşet içinde kendisine verilen viskiyi alıp diğer çalışanları başıyla selamlayıp dışarı çıktı. bu yaşadığı duruma sevinse mi üzülse mi emin olamıyordu bir türlü. para kazanıp rahatlayacak olma düşüncesinin yanında şiirleriyle insanları sarhoş etme düşüncesinin iyilik/kötülük hesaplaşması vicdanını rahatsız ediyordu. neden bazıları yazdıklarını beğenmiyor diye, beğenecek olanların okumasına engel oluyordu ki bu sistem? belki de yazdıklarını okuyanlar yakın çevresi olduğu için o kırılmasın diye çok beğendiklerini söylüyorlardı. zaten yıllardır açık olan blog sitesini takip eden sadece bir kaç kişi vardı. o halde yazdıkları, eserleri! onlara eserlerim diyemiyordu ki hala... kendini bir sanatçı, bir yazar, bir şair olarak bile görmüyordu. peki, az önce dinleyip onu çok beğenenler? sadece sarhoş oldukları için mi beğenmişlerdi? o halde cumartesi gecesi de insanlar sarhoş olunca çok beğeneceklerdi. evet, tam olarak buydu. yazdıklarını sadece sarhoşlar beğeniyordu. o halde o da sadece sarhoşlarla paylaşacaktı yazdıklarını. neden olmasın? kolunun altına sıkıştırdığı siyah poşete sarılı viski şişesini hissedip biraz daha içmek istedi o an. adımlarını hızlandırırken arkasından gelen bir sesle duraksadı. ‘’olcay abi!!’’ ‘’gülperi?’’ kız daha da hızlandırarak adımlarını yetişip koluna girdi olcay’ın. ‘’ne kadar hızlı yürüyorsun öyle, sana yetişeceğim diye nefes nefese kaldım!’’ ‘’afedersin farkında değildim. bir şey mi oldu? hesaplarda bir hata falan mı var?’’ ‘’hayır, bir şey yok. seninle yürümek istedim. çok güzeldi şiirlerin, sesin, okuma tarzın... tarif edemiyorum ama öyle içten ve nasıl deniyor?’’ ‘’i̇çine...’’ ‘’hah evet! içime...’’ ‘i̇çime…’ dediği anda utandı kız. aynı anda nasıl oluyor da olcay’ın kendini en iyi ifade edecek kelimeyi bulduğuna takılı kaldı aklı. ‘’özür dilerim senden, daha önce bahsetmiştin yazdığından hatta blog sayfanın adresini de almıştım ama ne yalan söyleyeyim, herkes blog sayfası açıyor herkes bir şeyler yazıyor artık. onlar gibi sanıp bakmamıştım. ama bu gece pişman oldum. eve gider gitmez hepsini okuyacağım.’’ ‘’teşekkür ederim gülperi, ama büyütülecek bir şey yok. öylesine yazılmış yazılar, şiirler işte. bu yüzden uykusuz kalma.’’ gülperi’nin kolunu koluyla göğsü arasında hissedince rahatsızlıkla karışık kanında alkolün verdiği cesaretle bir kadının yanında olması hoşuna gitti. ‘’saçmalama yaaa... ‘’ biraz daha sokuldu ‘olcay’ın koluna. ‘’mekandaki müşterileri görmedin mi? o kadar içtiler sen şiiri okurken hepsi ayıldılar ve yeniden sarhoş oldular. gerçekten harika okudun. hem mete kolay beğenen bir adam değil, cumartesi gecesine seni koyması ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. laf aramızda o şarkıcı kadını hiç sevmiyordum. burnu havada züppenin teki. yok onu istemem, yok bunu getirin, yok ses sistemi kötü, yok gitarist acemi... şarkı söyleyemiyorum demiyor da ona buna bok atıyor!’’ ‘’bilemiyorum, ben çok anlamam ama müşteriler eğleniyordu.’’ ‘’sarhoş olunca herkes eğlenir, ben çıkıp söylesem ben de eğlendiririm!’’ ‘’belki söylemelisin...’’ ‘’şaka yapıyorsun değil mi?’’ kızın hoşuna gitmişti sahneye çıkıp şarkı söyleme düşüncesi. ‘’hayır, ben de şiir okuyacağıma inanmıyordum. beğendiğine göre sen de bir gün şarkı söylersin.’’ ‘’sen çok özel bir insansın biliyorsun değil mi?’’ kızın hayalinin şarkı söylemek olup olmadığını bilmiyordu ama söylediğinin onu nasıl mutlu ettiğini sıcaklığından anlayabiliyordu. kolunu saran ince küçük parmakların üzerine elini koyarak: ‘’özel olmanın maddi karşılığı olmadığı sürece bu çok önemli değilmiş gibi geliyor artık.’’ dedikten sonra zoraki bir gülümseme belirdi dudaklarında. ‘’amaaann abi, biraz kendini sev, değer ver. her şey para değil!’’ diyerek olcay’ın kolundan biraz uzaklaştı kız. ‘’çok şey para, neyse, nerede oturuyorsun sen? seni bırakayım bu saatte yalnız gitme.’’ olcay dikkatini kızdan uzaklaştırıp yol boyunca park etmiş arabalar arasından bir taksi aramaya başladı gözleriyle. kız sanki bu anın gelmesini bekliyormuş gibi, yüzünde abartılı makyajı, yaşına göre daha ağır orta yaş üstü kadınların giyeceği türden bir elbise içinde komik görünmesine rağmen ne kadar ciddi olunabilirse o kadar ciddi bir şekilde, ‘’aslında, biraz da o yüzden seninle konuşmak istemiştim ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum...’’ ‘’nasıl yani? rahat ol, bir sorun mu var?’’ ‘’şey, abi sen yabancı değilsin. benimkiyle tartıştık biraz. daha doğrusu bildiğin kavga ettik. kovdu beni.’’ ‘’sen ailenle yaşamıyor muydun?’’ ‘’burada çalışmaya başlayınca babamla tartıştım o da beni evden kovdu. neyse uzun hikaye . yani kısaca bu gece gidecek bir yerim yok. acaba?’’ kızın bakışlarındaki masumluk, ellerini arkasında birleştirip iki yana hafifçe sallaması bedenini, ona hayır demesini zorlaştırsa da, sonuçta bir kadındı o ve bir süredir kimseyle görüşmediği aklına gelince duraksadı. mümkün olduğunca şefkat dolu bir ses tonuyla konuşmaya çalıştı olcay. ‘’bu pek iyi bir fikir gibi gelmedi bana. başka bir arkadaşın yok mu gidebileceğin?’’ ‘’yok, yani bu saatte kime gideyim ki? neyse bir otel de kalırım bu gecelik çok önemli değil.’’ kızın yaşadığı hayal kırıklığı hissedebiliyordu olcay, bunu anlamak için yüzüne bakmasına ya da başka ayrıntılara dikkat etmesine gerek yoktu. hafifçe kolunu havaya kaldırıp, yanına gelmesini ima eden bir işaret yaptı. ‘’olur mu öyle şey? saçmalama! ama şimdiden uyarayım seni, evim biraz dağınık ve pis olabilir. bir misafir beklemiyordum çünkü...’’
    6. 3
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm-5 beş gün önce ‘’alo çağan merhaba fırat ben..’’ ‘’fırat naber yaa... ne zamandır görüşmüyorduk.’’ ‘’evet, işler yoğundu bu aralar. kusura bakma daha önce arayamadım.’’ ‘’sorun değil, nasılsın keyfin nasıl? geçen gün çocuklarla buluştuk senden bahsettik arayıp sormuyor diye. sen de hayırsız çıktın.’’ ‘’ne deseniz haklısınız kardeşim. biraz koptum sizden. sen hala aynı yerde mi çalışıyorsun? parıltı yayınevi?’’ ‘’evet, hala buradayım. ama sıkıldım çok. varsa yeni bir iş değerlendirebilirim.’’ ‘’aslında bir iki aya kadar yeni bir iş çıkacak seni önermeyi düşünüyordum. tabi sen de kabul edersen.’’ bir süredir görüşmüyorlardı ama fırat’ı az çok tanıdığı kadarıyla özellikle iş konusunda ciddi olduğunu biliyordu çağan. meraklı bir şekilde sordu. ‘’nasıl bir iş bu? şartları nasıl?’’ ‘’benim şu anda yaptığım iş için yerime seni önerecektim ne dersin?’’ çağan’ın içindeki merak yerini şaşkınlığa bırakmıştı. ‘’nasıl yani?’’ ‘’ben bir aya kadar işten ayrılacağım, ama yerime güvendiğim sağlam birini bırakmam gerekiyor. bence sen bu işlerin üstesinden gelebilirsin.’’ dedi fırat. hala emin değildi ama çağan bu durumda tanıdıkları içinde güvenebileceği en sağlam arkadaşıydı. birlikte fazla zaman geçirmemişlerdi okul bittikten sonra ama takip ettiği kadarıyla başarılı ve hırslıydı iş hayatında. ‘’bir saniye ağırdan alalım. ülkenin sayılı holdinglerinden birinde yöneticilik mi teklif ediyorsun bana?’’ ‘’evet, tamam belki uzmanlık alanın olmayabilir ama bence yapabilirsin.’’ nefesi kesilmiş, nutku tutulmuştu. çağan’ın. bir an kendisiyle dalga geçtiğini düşünse de fırat’ın böyle bir konuda şaka yapmayacağını bilecek kadar iyi tanıyordu onu. okşanan egosu bu teklifin tadını çıkarırken cevap veremedi. ‘’hemen cevap vermek zorunda değilsin. vaktin varsa arada gelir benim yanımda yaptığım işleri incelersin eğer sana uymazsa kabul etmezsin. ne dersin?’’ ‘’fırat, bu çok büyük bir iyilik. yıllardır seninki gibi bir işte çalışma hayali kuruyordum. son konuşmamızda da bundan bahsetmiştim. ama şimdi birden sen böyle söyleyince, kusuruma bakma lütfen. biraz şaşırdım. aynı zaman da gururum okşandı.’’ ‘’seni anlıyorum dostum. o yüzden biraz düşün hazır olduğunda yanıma gel daha detaylı konuşalım. kafana takılan her soruyu cevaplayacağım.’’ evet, yıllardır böyle bir işte çalışmanın, yeteneklerini tam olarak sergileyebilmenin hayalini kuruyordu. yayınevindeki işinden memnundu ama saatte 320km hıza ulaşabilecek bir ferrari’yi hız sınırı doksan km. olan bir yolda sürmek gibiydi hayatı. hemen kabul edebilirdi ama kafasına takılan ilk şüpheyi dillendirmeden tutamadı kendini. ‘’sen neden bırakıyorsun işi? şu an da aklımdaki en büyük soru bu.’’ ‘’sadece bir süre uzaklaşmak istiyorum. bu şehirden, insanlardan, karmaşadan...’’ diyebildi fırat, zorlukla bitirdi sözlerini yutkunmasına engel olarak. ‘’anladım.’’ ‘’tamam dediğim gibi dilediğin zaman, sana uygun olduğunda yanıma gel. sana yaptığım işle ilgili bilgi veririm. bir de senden küçük bir ricam var eğer mümkünse.’’ ‘’tabi, ne demek! yapabileceğim bir şeyse lafı bile olmaz.’’ ‘’okuldan bir arkadaş vardı olcay, pek sesi soluğu çıkmazdı. hatırlıyor musun?’’ ‘’olcay?’’ hafızasını zorladı çağan. ‘’evet olcay. bazen bizimle takılır bir şişe bira içmeden kafayı bulup sarhoş olup sızardı.’’ ‘’haa dilsiz olcay, hiç konuşmazdı. sonra o şiir yarışmasını kazandı havalara girdi. sonra ağır takılmalar falan, o çocuğu mu diyorsun?’’ ‘’aslında havalara girmedi de, kızların ilgisini çekti diyelim.’’ kızların değil özellikle çağan’ın ilgilendiği kızın ilgisini çektiğinde sinir olmuştu ama bozuntuya vermedi. ‘’sen hep böyle realisttin zaten.’’ dedi. ‘’neyse, olcay bu yazma olayını abartmış biraz. ama yazdığı roman bir kaç yayınevi tarafından kabul edilmemiş. onunla iletişime geçip yardımcı olabilir misin?’’ arkadaşının olmaz diyeceğinden çekindi fırat. telefon elinde, oturduğu yerden kalkıp odanın içinde yürümeye başladı. ‘’olurum tabi ki,’’ birkaç saniyedir tuttuğu nefesi bırakıp derin bir soluk aldı. ‘’sen bana numarasını gönder kendisiyle görüşeyim.’’ ‘’tamam birazdan gönderirim. kitabın masraflarını ben karşılayacağım yalnız. yani mutlaka yayınlanmalı.’’ ‘’nasıl? anlamadım?’’ ‘’yani yazdığı kitabın içeriği ne olursa olsun gerekeni yapıp yayınlayım. tüm masraflar bana ait ve bu aramızda kalsın.’’ ‘’bir nevi sponsorluk gibi mi yani?’’ ‘’öyle de diyebiliriz. bence yetenekli bir yazar ama malum nedenlerden dolayı göz ardı ediliyor.’’ kafası karışmıştı çağan’ın. bunca zaman sonra kalkıp aralarında bile olmayan biri için fırat neden böyle bir şey yapsın ki. az önce teklif ettiği iş içim karşılığında ödemesi gereken bedel bu muydu? bu bedel nelere mal olacaktı. masasının üzerinde duran kalemini parmakları arasına alıp çevirmeye başladı. ‘’malum nedenler derken? kusuruma bakma böyle soruyorum ama ne yazmış ki böyle, neden kabul edilmemiş başkaları tarafından?’’ ‘’aslında öyle çok sakıncalı şeyler değil. i̇şgüzar yayınevlerinin işine gelmemiş diyelim biz. eğer bu senin için sorun olacaksa anlarım.’’ ‘’sorun olacağını sanmıyorum. ben onay verdikten sonra her kitabı yayınlarız. yine de ben kendisiyle bir görüşeyim.’’ ‘’tamam. ben sana numarasını gönderiyorum şimdi. diğer prosedürleri aranızda halledersiniz ama dediğim gibi, benden haberi olmayacak. her şeyi siz yapıyorsunuz gibi görünecek.’’ ‘’tamam fırat'ım sen merak etme. ben hallederim. kendine iyi bak lütfen...’’ ………… saat on ikiye yaklaşıyordu. normalde bu saatlerde işlerini düzene sokup yemeğe çıkmak için hazırlık yapardı. ama şimdi hala üzerinde pijamaları olduğu halde yatağının kenarında oturmaktaydı. sekreterinin ısrarlı aramalarının hiçbirini cevaplamamıştı. yatağından kalkıp mutfağa gidip kendine kahvaltı hazırlamaya başladı. sekreteri bir yere kadar müşterileri idare edebilirdi ama patronunun kapısına dayanması an meselesiydi. sükunetini koruyor olmasına kendisi bile şaşırdı. önceden olsa evden on dakika geç çıktığında bile nasıl kalbi sıkışır, işe geç kalma düşüncesi rahatsızlığı kıvrandırırdı onu. oysa şimdi nasıl da rahattı. yavaş hareketlerle kahvaltısını hazırlayıp masaya oturunca duvara monte edilmiş küçük televizyonu açıp haberleri izlemeye başladı. yükselen döviz kurları, düşen borsa, ülkedeki olağanüstü halin etkileri, işsiz kalan insanlar, eğitim sistemindeki çarpıklıklar, ülkenin gidişatı, hiçbiri ilgisini çekmiyordu artık. sakince kahvaltısını yaparken kapısının çalındığını duydu. saatini kontrol etti. tahmin ettiği gibi tam vaktinde gelmişti patronu. ‘’hala yaşıyormuşsun!’’ söylediği sözün ne anlama geldiğini bilseydi yine o şekilde söyler miydi? geçmişimizde düşünmeden yaptığımız eylemlerin, geleceğimizde içimize nasıl batacağını, nasıl kapanmayan yaralar açacağını henüz bilmeyen biri gibi öfkeliydi patronu kapı açıldığında. ‘’i̇çeri gel.’’ fırat’ın rahat ve umursamaz tavrı iyice çileden çıkarmıştı. ‘’fırat! nasıl bir şaka bu? dünden beri bana dönmen için sana not bırakıyorum. senin yüzünden zavallı kıza ağzıma geleni söyledim. bana ulaşman bu kadar zor muydu?’’ ‘’kapıda mı konuşalım yoksa içeri girecek misin?’’ dedikten sonra arkasını dönüp mutfağa yöneldi fırat. ‘’ulan! neyse... çay yaptın mı bari?’’ ‘’korumaların da içer mi? onlara da vereyim.’’ i̇çeri girince kapıyı kapatmadan önce arkasına baktı, sonra daha da sinirlenerek takip etti fırat’ı. ‘’gerek yok! bana doldur bir bardak. sonra da ötmeye başla ne oluyor?’’ hakan, fırat’ın patronundan çok arkadaşı gibiydi. bir gün, yıllardır çalıştığı bir yerlere getirdiği holdingini gözü kapalı teslim edebileceği tek kişiydi. kardeşlerinden bile öteydi onun için. ‘’i̇şi bırakıyorum.’’ fırat o kadar sakin ve rahat söylemişti ki bu iki kelimeyi, hakan derin bir nefes aldı. ‘’bu yaştan sonra küfrettirme bana! ne demek işi bırakıyorum?’’ ‘’i̇şi bırakıyorum demek.’’ ‘’bak fırat! benimle dalga geçme! i̇zin istiyorsan çık git paris’e mi roma’ya mı ne cehenneme gidiyorsan git, on gün bir ay tatilini yap ne demek işi bırakıyorum? delirtme beni lan!’’ gerçekten delirdiğini hissediyordu ya da bir şaka olmalıydı bu durum. ‘’patron ben...’’ devamını getiremedi fırat. ‘ölüyorum…’ diyemedi, ‘ben bittim…’ diyemedi. nasıl derdi ki? nasıl söylenebilirdi. kendisine bu kadar değer verip üzerine titreyen, alacağı her kararda sana danışan birine ‘artık ben yok’um!’ nasıl denirdi? bilemedi. sustu sadece. ‘’başlatma patronuna lan! hakan’ım ben hakan! senin arkadaşın! ne oldu başına saksımı düştü, tersinden mi kalktın ne oluyor oğlum?’’ ‘’hakan abi, benden bu kadar. yoruldum. artık bırakıyorum. yerime de çok sağlam birini buldum. yani işler aksamayacak.’’ hakan derin derin nefes alıp fırat’ın sözlerini anlamaya çalışıyordu. en değer verdiği insanlardan biri durup dururken gidiyordu ve anlam veremiyordu buna. ‘’ne işi oğlum? i̇ş umurumda mı? ben sana ne oldu diyorum!!’’ ‘’abi gerçekten, bir süre uzaklaşmak istiyorum buralardan.’’ ‘’tamam, oğlum dediğim gibi dilediğin yere git kafanı topla sonra gel yine konusalım.’’ nispeten daha sakindi şimdi. şefkatle bakmaya başladı fırat’a. ‘’ ne oldu sevgilinle kavga mı ettin.? zaten sana göre değildi söylemiştim. ‘’yok abi öyle bir şey değil.’’ ‘’ne peki oğlum? delirtme lan beni!’’ ‘’çayını iç abi.’’ ‘’başlatma lan çayına!!!’’ yumruğunu öyle sert vurmuştu ki masaya cam bardak titredi. ‘’dalga mı geçiyorsun benimle? ulan tam işi büyütüyoruz sen gidiyorum diyorsun! manyak mısın?’’ ‘’değilim.’’ ‘’hala dalga geçiyorsun! oğlum söylesene ne oldu?’’ ‘’abi ciddiyim ben. yoruldum ve bırakıyorum. daha fazla sorma lütfen. bundan sonra sana faydam dokunmaz benim.’’ kendisinin iki katı yaşındaki adam karşısında bir öfkeye kapılıyor, bir baba şefkatiyle konuşuyordu. bu kadar zor olacağını kestirememişti fırat. bir an gerçeği söylememek için zorlandığını hissetti. söylese ne olacaktı ki? kendisinin almaktan vazgeçtiği ne kadar karar varsa o alacak, hastaneden hastaneye, doktordan doktora koşturacaktı. bir çözümü yoktu işte, boşuna vakit kaybedecekti. o halde söylememeliydi. biraz daha direnirse kabullenecekti bu halini de. ‘’senin faydanı isteyen kim?’’ ‘’affedersin abi haklısın ama gerçekten yoruldum artık kendime yeni bir yol çizmeye karar verdim.’’ ne söylerse söylesin, ne kadar kızarsa kızsın, fırat’ın kararlılığını hissetmişti. daha fazla üstelemenin anlamı olmadığını görünce, ‘’sen ciddisin?’’ ‘’evet’’ ‘’çay güzel olmuş, bir bardak daha ver.’’ hakan’ın bir yudumda bitirdiği çay bardağını alıp yeniden doldurdu fırat. ‘’biliyorum bana kızıyorsun ama böyle olması gerekiyor. yoksa seni yarı yolda bırakmazdım.’’ ‘’yolu falan boş ver, her zaman yanındayım ben ama iyi düşündün mü?’’ ‘’düşündüm.’’ ‘’yani yoksun artık?’’ ‘’yokum abi...’’ ‘’peki. nereye gideceksin?’’ az önceki fırtınanın dindiğini hissetti fırat. rahatlamıştı. bir kez daha sevmişti hakan abisini o an. ‘’henüz karar vermedim.’’ ‘’karar verince bana söyleyecek misin?’’ ‘’söylerim’’ ‘’lan yalan söylemeyi bile beceremiyorsun hala! bana yapma bari!’’ ‘’üzgünüm, böyle olmasını istemezdim.’’ ‘’bir şey olduğu yok. sadece neye ihtiyacın olursa bana söyleyeceksin yoksa nerede olursan ol seni bulur gerekeni yaparım biliyorsun!’’ ‘’biliyorum…’ hakan gidince yatak odasına geri döndü. bir an için nefes alırken göğsünün sıkıştığını hissetti. hastalığının belirtilerinden biriydi bu. çok üzerinde durmadı. yapacak bir sürü işi vardı kısıtlı zamanı içinde. telefonunu eline alıp mete'yi aradı. ‘’mete selam naber?’’ ‘’i̇yidir fırat senden naber?’’ ‘’olcay'la konuştun mu bahsettiğim işi?’’ ‘’konuştum, hatta bir denemesini yaptık oldukça iyiydi. bundan sonra birlikte çalışacağız.’’ ‘’sevindim.’’ gerçekten sevinmişti fırat. çünkü olcay’ın ters bir sözüyle mete’nin onu kovacağını biliyordu. bir şekilde yolunda gitmişti. rahatladı. ‘’bu adamı nereden tanıyorsun bilmiyorum ama sen üstelemesen çoktan göndermiştim onu. sana teşekkür borçlu.’’ ‘’okuldan eski bir arkadaşım ve yetenekli olduğuna inanıyorum. senin de işine yarar diye düşündüm sadece.’’ ‘’haklıymışsın, zaten işler durgundu bu sayede biraz hareketlenecek. başka bir isteğin var mı benden?’’ ‘’i̇stek demeyelim estağfurullah, sadece rica’’ ‘’seni dinliyorum.’’ ‘’ona vereceğin ücretin iki katını vermeni istiyorum, aradaki farkı ben karşılayacağım.’’ şaşırdı mete, bu zamanda böyle arkadaşlar kaldı mı diye aklından geçirdi. neden fırat adama bu kadar önem veriyordu ki? ‘’o ne demek öyle?’’ ‘’dediğim gibi demek işte.’’ ‘’fırat aramızda paranın lafı olmaz. bu mekânı açarken ihtiyacım olan krediyi sen vermiştin bana unuttun mu? ona daha fazla para ver diyorsan tabi ki veririm senin karışmana gerek yok’’ ‘’teşekkür ederim mete, ama zaten sen üzerine düşeni yaptın. o yüzden senden fazlasını isteyemem.’’ ‘’bu konuyu hiç konuşmadık varsayıyorum. ben gerekeni yaparım senin için rahat olsun.’’ ‘’eyvallah mete, bir sıkıntı olursa mutlaka haberim olsun.’’ ‘’tamamdır, hafta sonu mekana gel birlikte iki tek atar sohbet ederiz. özledim valla.’’ ‘gelirim. şimdilik hoş çakal.’’
    7. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm - 6 kitapçıdan dışarıya doğru birkaç adım attıktan sonra durdu olcay. kadının onun arkasından baktığını hissediyordu. önce sağ tarafına doğru bir adım attı. durdu. sonra soluna döndü. ne yapacağını bilemiyordu. arkasını döndüğünde kadınla göz göze geldi. ‘’vaktiniz varsa benimle çay içer misiniz?’’ neden öyle sormuştu ki? arkasını dönüp alış veriş merkezinin çıkışına doğru gidebilirdi, neden durdu? kadının bakışlarındaki kararsızlığı hissedince söylediğine pişman oldu. kadın da en az onun kadar şaşırmıştı. ‘’tabi neden olmasın… başka bir planım yoktu zaten.’’ dedi kadın. olcay kadının yanına yaklaşmasını izledi. sonra birlikte restaurantların bulunduğu üst kata çıkan merdivenlere doğru yürümeye başladılar. olcay’ın bakışları önünde, kadın ise yanlarından geçtikleri vitrinleri izliyordu. i̇kisi de diğeri konuşmaya başlasın diye sessizce yürüyorlardı. merdivenlerden çıkınca karşılarına çıkan ilk masaya oturdular. sevgi çantasını masanın kenarına bıraktı. olcay ceketini çıkarıp boş bir sandalye üzerine. ‘’her zaman buraya gelir misiniz?’’ diye sordu olcay. sorusunun saçmalığının farkında olarak. ‘’genelde hafta sonları arkadaşlarla gelirim. ama birlikte izlediğimiz…’’ sevgi bir an duraksadı. ‘birlikte’ kelimesinin anlamını düşününce aklına sevgilisi fırat geldi. neden onunla değil de bir yabancıyla ‘birlikte’ izlemişti bu filmi? ‘’filmi uzun zamandır bekliyordum. o yüzden bu akşam buradaydım’’ ‘’anladım.’’ dedi olcay. anlamamıştı. çünkü bir sürü anlama geliyordu sevgi’nin söylediği. hangisinin gerçek olduğunu bilemediği için düşünmeyi bıraktı. oturdukları masanın yanından geçmekte olan bir garsona işaret edip: ‘’ne içersin’’ diye sordu sevgi’ye. ‘’sade kahve lütfen.’’ dedi sevgi. olcay’da çay istedi sadece. ‘’kitapları sever misiniz?’’ diye sordu sevgi. masanın etrafını saran gerilimli havayı dağıtmak ister gibi. ‘’aslında pek sevmiyorum. yani kitaplarla aram iyi değil. ama onlarsız da yapamıyorum.’’ ‘’ o nasıl oluyor ki? sevmiyorsunuz ama onlarsız yapamıyorsunuz. doğru mu anladım?’’ olcay elinden geldiğince sevgi’ye bakmamaya çalışıyordu. ortalıkta gezinen garsonlar, masaların arasında sanki düşecekmiş gibi koşturan, birbirini kovalayan iki çocuk, anneleri olmalı yan masada dedikodu yapan makyajlarını fazla abartmış, parfüm kokuları etrafı sarmış iki kadın, masaların uzağından geçen turist kafilesi, ellerinde fotoğraf makineleri, flaşları patlıyor arada. ‘’yazarların kurguladığı dünya, yaşadığım dünyadan daha gerçek ve güzel geliyor. o dünyaların içine girip buradan uzaklaşmak nefes almamı sağlıyor. ama aynı zamanda o dünyaların kurgu olduğunu bilmek, yazılan satırların ardında hangi ruh halinde olduğunu düşünmek, kendimi kötü hissettiriyor. bilmiyorum belki anlatamıyorum ama kendimi kandırıyormuşum gibi hissediyorum. yine de okumaktan vazgeçemiyorum.’’ ‘sizi anlıyorum sanırım. ama yazarların o satırları yazarken içinde oldukları ruh hallerini nasıl anlayabilirsiniz ki?’’ derin bir nefes aldı olcay. ‘’bazen, ben de yazıyorum. onlar kadar iyi olmasa da, onlar yazarken neler hissediyor, okuduğum satırların arasında görüyorum diyelim.’’ ‘’gerçekten mi? ne yazıyorsunuz? yani ne tür? şiir, hikâye, roman?’’ sevgi yüzüne doğru düşen saçlarını bir eliyle toplayıp ensesine doğru çekti. ‘’hepsinden biraz…’’ dedi olcay. bu konudan bahsediyor olmak canını sıkmış, az önce sipariş verdiği garsonun nerede olduğunu arar gibi başını sağ sola çeviriyordu. tam sevgi’yle göz göze geldiğinde garson masaya yaklaşıp tepsisindeki çay ve kahveyi masaya bıraktı. sevgi kahvesinden bir yudum alıp fincanı elinden bırakmadan sordu. ‘’ne iş yapıyorsunuz? yani yazmak dışında.’’ ne cevap vereceğini bilemedi olcay. ‘bir barda garsonluk yapıyordum şimdi sahneye çıkıyorum…’ neden böyle söylemesin ki? hiç tanımadığı bu kadının karşısında otururken neden taşıdığı sıfatlardan rahatsız olsun? bu rahatsızlık canını sıktı. şekerleri çayın içine atıp karıştırmaya başlarken neden bu basit sorunun cevabını düşünüyordu. ‘’işsizim.’’ deyiverdi. bakışlarını çay bardağından ayırmadan. ‘’umarım,’’ dedi sevgi. ‘’ en kısa sürede istediğiniz gibi bir iş bulursunuz.’’ ‘’fal bakmayı bilir misiniz?’’ ‘’fala inanmam. i̇nsanlar karamsarlıktan kurtulmak için doğaüstü varsaydığı güçlerden medet umuyorlar. bir nevi yapay umut tacirliği.’’ ‘’bu kadar ciddiye almayın lütfen, ben de inanmam fallara eğlencesine söyledim sadece.’’ sevgi karşısındaki adamın gerildiğini hissetmişti. konuyu değiştirmeye çalıştı. ‘’ne tür kitaplar okursunuz genelde?’’ ‘’tür ayrımı yapmam. o anki ruh halime bağlı. bir kitaba başlamadan önce rastgele birkaç sayfa çevirip cümleleri okurum. hoşuma giderse kitabı okurum.’’ ‘’en azından okuyorsunuz. erkek arkadaşım kişisel gelişim kitapları dışında hiç kitap okumaz.’’ ‘çok yazık’ diye aklından geçirdi olcay. böyle bir kadının değerini bilmek için çok kitap okumak gerekir. gülümsedi sadece. söylemedi aklından geçenleri. daha çayının yarısını bile içmemişken izin isteyip kalktı masadan. ‘’canınızı sıktıysam özür dilerim’’ dedi sevgi. ‘’ sadece teşekkür etmek istemiştim, biletinizi bana verdiğiniz için. başka bir amacım yoktu.’’ ‘’teşekküre gerek yoktu. demiştim. şimdi izninizle.’’ olcay ayağa kalkıp uzaklaşırken masadan sevgi ardından bakıyordu. ‘ne tuhaf adam…’ diye geçirdi aklından. masanın üzerinde duran çantasını kendine doğru çekip içinden telefonunu aldı. herhangi bir arama yada mesaj gelmediğini görünce meraklandı. fırat’ın numarasını rehberden bulup aradı. telefonun diğer ucundaki kadın sesi ulaşılamadığını isterse mesaj bırakacağını söylerken kapatıp telefonu çantasına geri koydu. olcay gitmişti. tek başına hissetti kendini. gizem’i aramak aklına geldi. aramadı. fincanın dibinde kalan son yudumu da içip hesabı ödedikten sonra masadan kalktı.
    8. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm-7 fırat ve şahin ‘’şahin bey, beni kırmayarak davetimi kabul edip geldiğiniz için teşekkür ederim.’’ ‘’rica ederim, fırat bey, ne zamandır görüşemiyorduk. zaten ben de uğrayıp sizi ziyaret etmeyi düşünüyordum bugünlerde.’’ daha çok işlerinin azalması nedeniyle önceden çalıştığı müşterileri yeniden ziyarete başlamıştı ama nezaketi elden bırakmadan becerebildiği ölçüde hassas davranmaya çalışıyordu şahin. daha önce de fırat için çalışmıştı. daha çok ihaleye girecekleri zaman rakip firmalar hakkında bilgiler topluyor, onlar hakkında analizler yapıyor ve rapor halinde sunuyordu. tabi bu raporlama ve analiz işlerine kafası pek basmadığı için yanında çalışan iki üniversite öğrencisini kullanıyor olsa da işin asıl bilgi alma kısmını kendisi yönetiyordu. dudaklarının kenarından aşağı doğru sarkıttığı bıyıkları ve iri cüssesiyle etrafına korku saldığı, bu korku karşısında saygı gördüğü bir gerçekti ama işine yaradığı sürece bu aldatmacayı umursamıyordu. ‘’telefonda konuşurken özel bir isteğiniz olduğunu söylemiştiniz. yani bu durum işle ilgili değil mi?’’ fırat karşısındaki heybetli adamın aklının da cüssesine benzer şekilde çalışıp çalışmadığını anlamak ister gibi süzdü adamı baştan aşağı. sonra konuşmaya başladı. ‘’size üç isim vereceğim. bu kişiler hakkında erişebileceğiniz her bilgiye ihtiyacım var. telefonda söylediğim gibi bunu holdingimizle ilgisi yok. tamamen benim özel meselem. eğer böyle özel konularla ilgilenmiyorsanız beni başka birine yönlendirmenizi rica edeceğim.’’ zaten ekonomik açıdan zor günler yaşayan şahin bu ikinci seçeneği duymazdan geldi. ‘’tam olarak nasıl bilgiler istiyorsunuz? konuyu biraz daha açarsanız sanırım size daha faydalı olabilirim.’’ ‘’size vereceğim isimler çok eskiden beridir tanıdığım ama nadiren görüştüğüm arkadaşlarıma ait. onlar hakkında her şeyi bilmek istiyorum. ne zaman uyurlar ne zaman uyanırlar. ne zaman yemek yerler, ne yerler. kitap okurlar mı? okurlarsa ne tür kitaplar okurlar. şu an ne iş yapıyorlar. aşk hayatları ne durumda, görüştükleri kimse var mı? daha önce ne yaşamışlar, planları neler? sağlık sorunları var mı? suç işlemişler mi? yani dedim ya, bu üç kişinin her şeyini bilmek istiyorum. daha önce çalıştığımız gibi bana onlar hakkında detaylı raporlar hazırlarsanız sevinirim. i̇şin para boyutunu dert etmeyin. bütün masraflarınızı karşılayacağım. daha önce bizimle çalışırken aldığınız ücretin iki katını vereceğim. tek bir şartım var yalnız…’’ fırat söylediklerini adamın iyice anlamasını bekler gibi birkaç saniye sustuktan sonra devam eti. ‘’bu konu ikimizin arasında kalacak.’’ şahin fırat’ın tam olarak ne istediğini anlamamakla beraber, masrafların ödeneceği ve iki katı ücret teklifi cazip gelmişti. ‘’bu isteğinizi yerine getirebilirim ama ülkemizdeki yasalara göre başkaları hakkında böyle araştırmalar yapmak için savcılık ya da mahkeme tarafından yetki gerektiriyor. biliyorsunuz değil mi?’’ fırat adamın, daha fazla para mı istediği yoksa gerçekten böyle bir zorunluluk mu olduğu arasında kararsız kaldı. parmakları arasında tuttuğu kahve fincanını çevirerek tabağın içine koydu. adamın gözlerinin içine bakarak. ‘’bu isteğimin yasal olarak bazı sorunlara sorun açabileceğinin farkındayım ama sizi temin ederim ki edindiğiniz ve bana aktaracağınız bilgiler kesinlikle bu şahısların aleyhinde kullanılmayacak. konuya arkadaşlarının durumunu merak eden duyarlı bir arkadaşın açısından bakarsak sanırım beni daha iyi anlayacaksınız.’’ şahin’in duymak istediği cevap bu değildi. bozuntuya vermeden konuşmaya devam etti fırat.’’elbette ki alacağınız risklerin farkındayım. eğer istediğim bilgileri bana verebilirseniz işin sonunda yüklü bir ikramiye alacaksınız.’’ i̇kramiye kelimesi öncesindeki tüm söylenenleri unuttu şahin. masanın üzerine uzattığı ellerini birleştirip parmakları birbirine sardı.’’ o halde siz bana isimleri verin ben de onlar hakkında bilgi toplayayım.’’ fırat ceketinin iç cebinden çıkardığı kalemle masanın üzerinde duran peçetelerden birine üç ismi yazıp adamın önüne doğru uzattı. ‘’ne kadar çabuk bitirirseniz bu işi ikramiyeniz o kadar yüksek olacak…’’ şahin içine pek sinmese de daha fazla soru sorup müşterisini kaçırmamak için peçeteyi alıp isimlere bakmadan cebine koydu. ‘’tamamdır fırat bey, bu şahıslar hakkında gereken bilgileri toplayınca size haber vereceğim. ne kadar çabuk başlarsak o kadar iyi değil mi?’’ sahte bir gülümsemeyle selamlayıp fırat’ı masadan kalktı. bu adamın amacı neydi? daha önce de birbirini aldatan eşler hakkında bilgi toplamış, boşanma davaları için yardımcı olmuştu. i̇halelere giren firmaları araştırıp açıklarını bulmuştu. hatta kaybolan insanlarla ilgilenip, geride bırakılanlara yardımcı olmuştu. ama fırat’ın istediği hiç birine tam oturmuyordu. fırat’tan yeterince uzaklaştığını düşününce cebine koyduğu peçeteyi çıkarıp isimleri okudu. hepsi de erkek ismiydi. kadın olsaydılar yine anlayabilirdi. belki takıntı yapmıştı kadınları, belki aşık olmuştu. böyleleri de vardı. toplum içinde hangi sınıftan olurlarsa olsunlar insanların zaafları vardı. zengin ve yakışıklı bir adam için bu zaaf genelde kadınlar olurdu. peki bu erkek isimleri? bir an fırat’ın eşcinsel olduğunu bile düşündü ama aynı anda saçma geldi bu düşünce. i̇şi gereği eşcinsellerle de karşılaşmıştı. fırat’ın böyle bir eğilimi olsa hissederdi. bu düşünceler arasında yürürken arabasının bulunduğu park alanına gelmişti bile. bıraktığı yeri hatırlamaya çalıştı. cebinden arabasının anahtarını çıkarıp üzerindeki düğmelerden birine dokununca yakınlardan bir yerden alarmın ikaz sesini duyup o tarafa yöneldi. bürosuna geldiğinde yanında çalışan iki genç bilgisayarlarını başındaydı. yarı zamanlı çalışıyorlardı ama bazen yapacak başka işleri olmadığı zaman büroya geliyorlar bilgisayarların başına oturup saatlerce kalkmıyorlardı. bilgisayar başında nasıl o kadar süre oturduklarını ne yaptıklarını anlamıyordu, rahatsız da olmuyordu bu durumdan onun istediklerini yerine getirdikleri sürece. fazla mesai için ücret de istemiyorlardı ki işin en güzel yanı buydu. ‘’siz tembelleri sıkılmış gördüm!’’ deyip gülümseyerek girdi içeri. ‘’yeni bir işimiz var, ne kadar çabuk halledersek o kadar çok para kazanacağız.’’ çocukların parayla çok ilgilenmediğinin de farkındaydı. i̇lgilenseydiler hala onun yanında olmazlardı çünkü. ‘’bu isimler hakkında bulabileceğiniz her bilgiyi istiyorum.’’ diyerek cebinden çıkardığı peçeteyi çocuklardan birinin önüne bıraktı. çocuk peçeteyi alıp şaşkınlıkla isimleri okuduktan sonra arkadaşına uzattı. ‘’şanslısınız!’’ diyerek devam eti şahin. ‘’yine işin masa başı tarafı sizde hamallığı bende olacak. nasıl yapıyorsunuz bilmiyorum ama bu adamlarla ilgili internette ne varsa her şeyi bilmek istiyorum. ama önce bu arkadaşların oturduğu yerlerin adresleri lazım. i̇ş adresleri de olabilir… hadi ne bakıyorsunuz öyle bön bön, parmaklarınız çalışsın. adresleri bulunca haber verin.’’ şahin çocuğun sırtına hafif bir yumruk atarak diğer odaya gidip masasının başına geçip oturdu. evet, gerçekten çocukların neyi nasıl yaptığını bilmiyordu, muhtemelen anlatsalar bile anlamayacaktı. eski topraktı çünkü. eskiden internet bu kadar yaygın değildi. birisi hakkında bilgi almak isterse polis arkadaşlarına gider önce, sonra etrafta gezinip sorular sorardı. ama şimdi bu çocuklar o bilgisayarın başında birkaç dakika içinde onun saatlerce edinemeyeceği bilgiye ulaşabiliyorlardı. i̇nsanlar tüm dünyalarını aktarıyordu internete. ne kadar ifşa olduklarının farkında mıydılar? kimin umurunda? neleri masraf olarak gösterip ne kadar para alabileceğini hesaplamaya başladı. birkaç dakika sonra odasının kapısı çalındı. i̇çeri giren çocuk tek kelime söylemeden elinde tuttuğu, üzerinde isim ve adreslerin yazdığı ve siyah beyaz fotoğrafların bulunduğu kağıdı masasına bırakıp dışarı çıktı. bazen acıyordu çocukların bu haline. dünyadan kopuk, kimseyle iletişim kuramayan, kendilerini dışlanmış hisseden çocuklardı. tek eğlenceleri, belki de tek dertleri o bilgisayarlardı. neden böyleydiler? ‘neyse…’ dedi kendine.’ şimdi daha önemli işlerimiz var. kağıdın üzerinde yazılı olan adreslere göz atıp kafasında bir güzergah belirledi. önce en yakındakinden başlayacaktı. kağıdı katlayıp cebine sokup ayağa kalktı. fotoğraf makinesini da yanına alıp dışarı çıktı. uzun bir gün ve gece olacaktı onun için. kapıdan çıkmadan önce küçük not defterinin ve kaleminin hala yerinde olup olmadığını kontrol etmek için ceketinin üzerinden cebini yokladı. oradaydılar. arabasını kağıdın üst tarafında yazan adrese yakın bir yere park edip dışarı çıkmadan beklemeye başladı. arada bir kağıdı çıkarıp adamın fotoğrafına bakıyordu onu gördüğü zaman tanıyabilmek için. radyosunun kanallarını değiştirmeye başladı. spor haberlerinin verildiği bir istasyon bulunca durdu. çoğunun dedikodu olduğunu bilse de bu haberleri dinlemeyi seviyordu. dikiz aynasını düzeltip arkasında kalan sokağın girişini daha iyi görebileceği şekilde ayarladı. kağıt üzerindeki adresten kapı numarasını yeniden okuyup doğru yere baktığından emin oldu. yarım saat kadar sonra canı sıkılınca arabasından çıkıp bir sigara yaktığı an da kapı açıldı. orta yaşlarında bir adam çıktı önce kapıdan sonra biraz daha genç bir kız. önce birbirlerini tanımadığını düşündü ama kız adamın koluna girince yüzlerine daha dikkatli baktı. evet bu ilk isimdi. cebinden not defterini çıkarıp saati yazdı. kadının kim olduğunu bilmiyordu ama bürodaki çocukların bu konuda bilgisi olduğuna eminde. ertesi gün büroya döndüğünde kızın hakkında da her bilgi elinde olacaktı. adam be kadın arabaya binip hareket edince daha yeni yaktığı sigarasını söndürüp arabasına binip takip etmeye başladı. semtin oldukça lüks restaurantlarından birinin önünde durup arabadan inip içeri girdiler. şahin duraksadı, elini cebine attı parası var mı diye düşündü sonra tüm masrafların karşılanacağını anımsayıp arabasını park edip peşlerinden içeri girdi. tek yapması gereken masraf olarak gösterebileceği tutarı faturalandırmaktı. i̇çeri girince kendisini kapıda karşılayan görevliyi görmemiş gibi adam ve kadının nerede olduğunu arar gibi etrafa bakındı. yakınlarındaki boş bir masaya geçip oturdu. orada oldukları zaman sürecinde iki sevgilinin kimi zaman yapmacık kimi zaman erotik konuşmalarını dinlerken karnını doyurdu. onlar kalkınca hesabı isteyip kalktı. evlerine kadar takip etti. gece yarısı olmuştu. adamın kaldığı ikinci kattaki son ışık sönene kadar arabasının içinde oturup bekledi. üşüdüğünü hissedince arabasının kaloriferini açtı bir süre. isınınca dışarı çıkıp bir sigara içip yeniden içeri girdi. koltuğunu biraz geriye yatırıp uyumaya çalıştı. rahat edemiyordu bir türlü. tam uykuya dalacak gibi oluyor kalın bacaklarını uzatamadığı için kıpırdanıyor uykusu dağılıyordu. saatler geçti. sabah ezanı okunmaya başladığında hava hala karanlıktı. sokağın köşesindeki pastanenin ışıklarının yandığını görünce gidip yiyecek bir şeyler alsam iyi olur diye aklından geçirdi. arabasından çıkıp pastaneye doğru yürürken adamın oturduğu binanın kapısı açıldı. adam elinde büyük siyah bir çöp poşetiyle dışarı çıkmıştı. mümkün olduğunca göz göze gelmeden yanında geçip gitti. pastanenin kapısından içeri girmeden önce dönüp adama baktı. adam elindeki poşeti çöp konteynırına atıp arabasına binip uzaklaştı. adamı takip etmesi gerekiyordu ama bu saatte muhtemelen işine gidiyordu diyerek çok üzerinde durmadı. pastaneden yiyecek ve içecek bir şeyler alıp arabasına dönüp karnını doyurdu. adamın nerede çalıştığını ne iş yaptığını düşündü bir süre ama nasıl olsa çocuklar bunu da bulmuşlardır diyerek keyiflendi. arabasının içinde bir düğmeye basarak yan tarafındaki pencereyi açıp bir sigara yaktı. hava iyice aydınlanmıştı artık. sigarasını bitirmek üzereyken adamın yanında gördüğü kadın da dışarı çıktı binadan. sokağın köşesine kadar yürüyüp biraz bekledikten sonra taksi çevirip uzaklaştı. adam ve kadının çıkış saatlerini, dün akşamki samimiyet dolu sohbetlerini alıntılayarak not etti defterine. kadını gittiğinden emin olunca arabadan çıkıp çöp konteynırına yaklaşıp adamın attığı siyah poşeti bulup çıkardı. evet pis bir işti bu ama birisinin yapması gerekiyordu. elinde siyah poşet olduğu halde biraz uzaklaşıp kaldırımın kenarına eğilip oturduktan sonra poşeti açtı. poşetin içinde yemek artıkları, kırılmış bir bardağın parçaları, boş bir şampuan kutusu ve kullanılmış bir prezervatif çıktı. o an keşke eldivenim olsaydı diye aklından geçirdi iğrenerek. çöplerin arasında bir kredi kartı ekstresi bulup üzerindeki artıkları temizleyip cebine koydu. poşetten çıkarttıklarını yerine koymadan öylece bırakarak arabasına doğru yöneldi. çocukların bulduklarını merak ediyor boşlukları doldurmak istiyordu. pek fazla bir boşluk kalmamıştı artık ama yine de işini düzgün yapmalıydı. önce arabasını çalıştırdı sonra radyosunu açtı. bürosuna giderken ikinci ismin adresini kontrol etti cebinden çıkardığı kağıt üzerinde ama önce biraz dinlenmesi gerekiyordu.
    9. 2
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm - 8 sevgi ve gizem sevgi alışveriş merkezinden çıkınca temiz havayı ciğerlerine çekip bir süre durdu. i̇çeri girmek isteyen insanların yolunu kapatmamak için biraz kenara çekildi. biraz önce yanından ayrılan yabancıyı görebilir mi diye etrafına bakarken neden bu kadar meraklandığını o adamı neden düşündüğünü sordu kendine. bir cevabı yoktu, en azından mantıklı bir açıklaması yoktu. sadece tuhaf bir tesadüf sonucu karşılaşmışlardı. peki neden o kitapçının kapısında karşılaştıklarında yürüyüp gitmedi? telefonunun çaldığını duyunca düşüncelerinden sıyrılıp dünyasına geri döndü. arayan gizem’di. ‘efendim…’ diyerek açtı telefonu. ‘’sevgilim neredesin, çok acil konuşmamız gerekiyor!’’ gizem’in sesi heyecanlı ve endişeli geliyordu. bir an kötü bir şey olduğunu düşündü sevgi. ‘’alışveriş merkezindeyim gizem. hayırdır, ne oldu?’’ ‘’tamam bir yere ayrılma yarım saate kadar geliyorum. gelince anlatırım. öptüm seni!’’ sevgi’nin cevap vermesine fırsat bırakmadan kapatmıştı telefonu. i̇çeri girmeyi düşündüyse de dışarıda kalıp temiz havayı içine çekmeye ve geçip giden insanları izlemeye devam etti. gizem uzaktan göründüğünde aslında onun kilolu olmadığını sadece boyunun kısa olması nedeniyle kilolu gibi göründüğünü düşündü sevgi. daha önceleri de düşündüğü gibi. yanına gelene kadar izledi herhangi bir tepki vermeden. gizem’in de onu gördüğünü sanıyordu ama yanılmıştı. gizem alışveriş merkezinin kapısına odaklanmış bir halde yanından geçip gitmek üzereyken seslendi. ‘’hayrola! aşık mı oldun? beni bile görmüyorsun artık…’’ gizem şaşkınlık içinde durup gülümsedi önce, sonra sevgi’nin yanına gelip sarıldı sımsıkı. ‘’olanlara inanamazsın, çok mutluyum şu an ama ne yapacağımı bilmiyorum. hadi gel içeri girip oturalım bir yere.’’ gizem sevgi’nin kolunu bırakmadan adeta peşinden sürüklercesine alış veriş merkezinin kapısından içeri doğru yürümeye başladı. güvenlik kontrolünden geçtikten sonra o yabancıyla oturdukları masanın yakınlarında başka bir masaya oturduklarında kendini tuhaf hissetti sevgi. arkadaşının telaşlı tavırlarına bir anlam veremiyordu. ‘’aç mısın? bir şeyler yiyelim mi?’’ diye sorduğunda gizem hala gözlerini dikmiş onun bir açıklama yapmasını bekliyordu. ‘’tamam’’ dedi gizem. ‘’hemen anlatmaya başlıyorum.’’ ‘’geçen hafta biriyle tanıştım. çok yakışıklı bir çocuk. aklı başında ve çok saf.’’ ‘’nasıl yani?’’ diye sordu sevgi. ‘’ne var ki bunda, sen hep birileriyle tanışıyorsun…’’ ‘‘hayır öyle değil! yani tanışma şeklimiz çok tuhaftı. kurstan çıkmış eve dönüyordum. otobüs durağında beklerken adamın biri gelip sigaram olup olmadığını sordu. önce dilenci sandım. ama dilenci gibi de giyinmemişti. çıkarıp bir sigara verdim. adam sigarayı aldı, bu tanıştığım çocuğun yanına gidip ondan da ateş aldı. sonra bir otobüse binip gitti.’’ ‘’sen de gidip çocukla mı tanıştın?’’ ‘’hayır tam olarak öyle değil, yani evet gidip tanıştım ama inan tanışmak gibi bir isteğim yoktu. sadece adamın davranışları tuhaf gelince çocukla konuşmak istedim, bilmiyorum işte merak ettim.’’ ‘’sonra?’’ gizem hala heyecanlıydı, anlatırken sanki o anları yeniden yaşıyor gibi ellerini açıp kapatıyor, havada tuhaf şekiller çiziyordu. ‘’sonra, çocuğun elinde bir buket çiçek vardı. başkasına almış ama verememiş. neyse konumuz bu değil. benim otobüsüm geldi ben biniyordum ki çocukta aynı otobüsü bekliyormuş. birlikte bindik. yol boyunca konuştuk. ama görsen öyle saf öyle çekiciydi ki…’’ sevgi içini çekti. telefondaki konuşmalarından sonra cidden önemli bir sorun olduğunu düşünmüş endişeye kapılmıştı ama gizem’di işte. başka ne olabilirdi ki… ‘’daha önce tanıştıkların gibi değil mi?’’ diyerek gülümsedi. gizem arkadaşının onu ciddiye almadığını hissedip suratını astı. ‘’hayır yaa.. bu defa farklı. gerçekten farklı biri bu çocuk. öyle birlikte yolculuk ettik konuştuk. sonra telefon numaramı istedi.’’ ‘’sende verdin?’’ ‘’evet verdim ama inan böyle ciddi olacağını düşünmedim o zaman. yani olur ya bazen otobüste biriyle karşılaşırsın konuşursun eğlenirsin falan ama sonra geçer. bir daha hiç görüşmezsin.’’ ‘’ama siz görüşmeye devam ettiniz?’’ sevgi bir bit yeniği olduğunu anlamıştı ama arkadaşının anlatmasını bekledi sabırla. ‘’evet, bir haftadır her gece saatlerce konuşuyoruz telefonda. çok anlayışlı ve kibar. kızım, bu zamanda böyle adam mı kaldı diye soruyoruz ya bazen birbirimize, kalmış ve ben onunla tanıştım. bana çok değer veriyor.’’ ‘’saçmalama gizem! sadece birkaç saat telefonda görüştüğün birinin sana değer verdiğini nasıl anlayabilirsin. belki sapığın tekidir bu adam nereden biliyorsun? vazgeç artık bu erkeklere taşıyamayacakları anlamlar yükleme huyundan. sonra senin canın yanıyor beklentilerin boşa çıkınca..’’ sevgi durup yutkundu. çok mu sert konuştum diye sordu kendine. ama daha önce de buna benzer bir durum yaşamıştı arkadaşı ve nasıl yıkıldığını en ön sıradan izlemişti. yine aynı hatasını yapmasını istemiyordu. gizem başını öne eğip sesini çıkarmadı bir süre. olmuyordu işte, dayanamadı. ‘’gizemlim bak, özür dilerim. asma güzel yüzünü. sadece bana biraz tuhaf geldi bu durum. tamam, belki gerçekten iyi biri olabilir bu çocuk, dediğin gibi anlayışlı ve sana değer veriyor da olabilir ama biraz hızlı gelişmemiş mi olaylar?’’ ‘’evet, ben de biliyorum. zaten tanışma şeklimiz bile tuhafken, o’nu kendime böyle yakın hissetmem normal değil. ama içimde bir yerlerde biliyorum. ben bu çocukla evleneceğim.’’ ‘’ne?’’ sevgi sesinin ne kadar yüksek çıktığını yakındaki masalarda oturanların ona dönüp bakmasıyla anladı ancak. yüzünü hafifçe gizem’e yaklaştırarak, ‘’ ne evlenmesi? gizem sen iyi misin?’’ ‘’i̇yiyim, hem de hiç olmadığı kadar iyiyim. çok mutlu hissediyorum kendimi. onunla her konuşmamızda nasıl heyecanlanıyorum. onun her şeyini bilmek istiyorum, o da benim hakkımdaki her şeyi bilmek istiyor. saatlerce hiç sıkılmadan bir sürü konu hakkında konuşabiliyoruz. birbirimizi anlıyoruz. öyle rahat hissediyorum ki onunla konuşurken. tamam evlenme falan teklif etmedi ama ederse hiç düşünmeden kabul edeceğim. sevgilim, inan bana daha önce hiç böyle hissetmemiştim.’’ sevgi arkadaşının gözlerinin içine baktığında nasıl ışıl ışıl parladığını gördü. evet çok mutluydu ve istediğini yapmalıydı ama hala kararsızdı. bu kadar kısa bir süre içinde böyle önemli bir karar alması rahatsız etmişti onu. yine de belli etmemeye çalışarak, ‘’peki gizem, madem ki bunu istiyorsun vazgeçme. ama unutma sonucunda ne olursa olsun ben yanında olacağım.’’ gizem gülümseyerek sevgi’nin elini tuttu. ‘’sakın senden vazgeçtiğimi ve seni daha az rahatsız edeceğimi düşünme! ama küçük bir sorun var…’’ ‘’ne sorunu?’’ ‘’çocukla otobüse binip tanıştığımda bir yalan söyledim ben.’’ ‘’ne söyledin?’’ gizem yaramazlık yaparken suçüstü yakalanmış bir çocuk edasıyla elini sevgi’nin elinden çekip masadan aşağı indirip boynunu büktü. ‘’şey…’’ ‘’gizem delirtme insanı da söyle!’’ ‘’adı mı bilmiyor.’’ ‘’ne demek bilmiyor?’’ sevgi arkadaşının tam olarak ne yaptığını ya da yapmadığını anlamak ister gibi dikkatlice bakıyordu. ‘’konuşsana, adımı bilmiyor ne demek?’’ ‘’adımın gizem olduğunu söylemedim.’’ ‘’ne dedin peki? hayır, hayır neden söylemedin adını?’’ ‘’ne bileyim. dedim ya, bir daha görüşmeyiz sandım. bende salladım bir isim.’’ ‘’daha sonra söyleseydin.’’ ‘’söyleyecektim ama fırsat olmadı. şimdi onun karşısında yalancı gibi görünmek istemiyorum. ne yapacağımı bilmiyorum. ama ondan vazgeçmek de istemiyorum. bu yüzden konuşmak istedim seninle…’’ sevgi arkadaşının neden böyle davrandığını anlayamıyordu. mantıklı bir açıklaması yoktu. gizem de çok mantıklı bir insan sayılmazdı ama bu yaptığı gerçekten fazlaydı. elinden geldiğince sakin olmaya çalıştı. ‘’tamam, yeniden konuştuğunuzda bana bunu açıkladığın şekilde ona da açıklarsın durumu gerçek adını söylersin. bu arada adının ne olduğunu söyledin? merak ettim şimdi.’’ ‘’hilal dedim.’’ ‘’hilal ne alaka?’’ ‘’ne bileyim ya o an aklıma o isim geldi’’ ‘’eyşan falan deseydin bari!’’ sevgi gülmeye başladı ama gizem’in daha çok canını sıkıldığını görünce yaptığı espriden rahatsız olup, ‘’tamam, olan olmuş. i̇lk konuşmanızda gerçek adını söylersin sorun kalmaz’’ dedi. ‘’ama, ya bir daha benimle konuşmak istemezse?’’ ‘’gizem, bak böyle sıradan küçük bir yalan için sana anlayış göstermeyip hayatından çıkaracaksa zaten hiç girmesin daha iyi. değil mi?’’ sevgi’nin haklı olduğunu biliyordu gizem ama yine de çekiniyordu işte. i̇kisi de sustular bir süre. gizem telefonu çalınca eline alıp ekranına baktı. sessize alıp masanın üzerine geri bırakınca sordu sevgi: ‘’o’mu arıyor?’’ ‘’evet’’ ‘’neden açmadın telefonu?’’ ‘’şu an açamam. bana kızmaz değil mi?’’ sevgi arkadaşının çaresizlik içinde kıvrandığını hissetti. ‘’gizemlim, eğer dediğin gibi anlayışlı ve sana değer veriyorsa kızmaz tabi ki. tamam belki ilk duyduğu anda ters tepki verebilir ama biraz düşününce seni anlayacaktır. senin tek yapman gereken bu yalana daha fazla devam etmemek.şimdi telefonu eline alıp ara çocuğu ve gerçeği söyle.’’ ‘’sana boşuna sevgilim demiyorum ben, teşekkür ederim…’’ dedikten sonra çocuğu aradı gizem.
    10. 0
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm – 9 olcay alışveriş merkezinin dönen kapısından dışarı çıkınca derin bir nefes aldı olcay, sanki saatlerdir nefes alamıyormuş gibi. sonra yeniden, yeniden ve bir nefes daha… oksijenin kanına karışıp bedenine yayıldığını hissedebiliyordu. ellerini pantolonunun cebinden çıkarıp parmaklarını açıp kapattı. uyuştuğunu hissetti parmak uçlarının anlam veremedi. birkaç defa daha kapatıp açınca parmaklarını avucuna doğru uyuşukluk geçti. az ilerideki otobüs durağına doğru yürümeye başladı. ana duraklardan biri değildi ama alışveriş merkezine yakın olduğu için sürekli dolu otobüsler geliyor, yolcularının çoğunu indirip hareket ediyorlardı mütemadiyen. durağa yanaşan her otobüsten adeta bir insan seli akıyordu alışveriş merkezine doğru. kurulmuş oyuncaklar gibi çoğu bir an bile duraksamadan girişe kadar geliyor, döner kapıdan sırayla girip güvenlik kontrolünden geçip alışveriş merkezinin içine dağılıyorlardı. olcay bir süre durup bu hengameyi izledi aralarından. ‘mekanikleşen insan davranışları’ diye düşündü, ‘evlerinden çıkıp işe gidiyorlar, verilen işleri yapıyorlar, akşam işten çıkıp buraya geliyorlar, kimisi arkadaşlarıyla görüşüyor, kimisi alışveriş yapıyor, kimisi sinemaya geliyor, kimisinin böyle bir amacı yok. belki sırf bu kalabalığın arasında olmak, yaşadıklarını hissetmek için geliyorlar bu parlak ışıklarla süslenmiş camdan binanın içine. yaşamak gerçekten bu muydu?’ kendi hayatını düşündü. tüm gün çok mecbur kalmadıkça dışarı, hattan yataktan çıkmıyor, kitap okuyor, film izliyor, yemek yiyor, akşamüzeri işe gitmek için evden çıkıyor, gece yarısından sonra geri geliyor, içiyor, sızıyor… yaşamak bu muydu? az önce yanından ayrıldığı kadını anımsadı. bir an tereddütte kaldı geri dönmek konusunda ama sonra vazgeçti. öylece yanından kalkıp gitmişti oysa adını bile sormamıştı. kendi adını söylemiş miydi? ‘neyse…’ diye mırıldandı kendi kendine, ellerini cebine sokup yeniden yürümeye başlarken. zaten bir daha karşılaşmayacağımız bir insanın adını öğrenmek mantıklı değil. zaten öğrenseydi bile aklında tutamayacaktı. hiçbir zaman tarihleri ve isimleri hatırlayamazdı. bu yüzden çok zorluk çekmişti. bir aydır çalıştığı bardaki çocukların hiçbirinin ismini hatırlamıyordu. onlar söylemişler miydi? bunu bile anımsayamıyordu. sadece gülperi… gülperi aklına gelince usulca fısıldadı ismini kendisinin bile duyamayacağı kadar kısık bir sesle. i̇lk defa kadınlar birlikte olmaya başladığında en büyük saygısızlığın, birlikte olduğu kadının adını hatırlamamak olduğunu çoğu zaman en acı şekilde öğrenmişti. bu yüzden ilk önce isimlerini ezberliyor hatta cebinde taşıdığı küçük not defterine yazıyordu. kitap yazarken onlarca karaktere isim vermek ve bunları aklında tutup karakterlerin davranışlarını şekillendirmek bu kadar kolayken, kendi hayatına giren gerçek kişilerin isimlerini hatırlayamıyor olması tanrının bir ironisi olmalıydı. beethoven da aynı ironiye maruz kalmamış mıydı? bu benzetme önce hoşuna gittiyse de kıyaslamanın saçmalığına karar verip düşünceyi aklından uzaklaştırdı. gülperi’ye doğru. son günlerde bunu çok sık yapıyordu. yanlış olduğunu bilse de ne zaman aklına istemediği bir konu takılsa kurtulmak için gülperi’yi ve o geceyi ve sonraki geceyi ve sonraki geceyi düşünüyordu. zaten birazdan yeniden karşılaşacaklardı. çalıştığı barın kapısından içeri girince önce kasanın arkasında duran kıza bakacaktı hala orada mı diye, oradaysa başıyla selam verip arka taraftaki personel odasına gidip çantasını ve ceketini bırakacaktı. gülperi de o yanından geçerken ‘ hoş geldin olcay abi…’ diyerek gülümseyecekti. bu isminden sonra gelen ‘abi’ kelimesi artık pek hoşuna gitmiyordu ama bozuntuya vermeden gülümsüyordu kızın gözlerinin içine bakarak. trafik ışığı yayalar için yeşil yanınca karşıya geçmek için hareketlendiği anda ceketinin iç cebindeki telefonun titrediğini hissetti. emin olmak için elini ceketinin üzerine koyunca anladı çaldığını. karşı kaldırıma adımını atınca telefonu alıp ekranına baktı. kayıtlı olmayan bir numara arıyordu. sevmiyordu kayıtlı olmayan numaraların aramasını genelde cevap vermezdi. çünkü artık bankalar borçları hatırlatmak için sürekli farklı numaralardan arayıp sıkıştırıyordu borçluları. telefon defterine bir çok numara kayıt etmişti bu şekilde. kayıt ederken de ‘açma, açma2, açma3’ diye isimler veriyordu. en son kontrol ettiğinde telefon rehberindeki ‘açma’ sayısı on sekiz olmuştu. bu onlardan biri değildi. açtı. ‘’alo, olcay bey’le görüşecektim. alo, beni duyuyor musunuz?’’ genelde bankaların bu aramaları bilgisayarlara yaptırdığını bildiği için açtığı anda cevap vermezse kapandığını öğrenmişti. ama karşı taraftan bir erkek sesi gelince cevap verdi olcay. ‘’buyrun benim. kim arıyordu?’’ ‘’olcay bey merhaba. i̇smim çağan, parıltı yayın evinden arıyorum sizi. önümde bir kitap taslağınız var. eğer müsaitseniz bununla ilgili görüşmek istiyordum sizinle…’’ olcay kaldırımda yürürken sanki biri onu tutmuş gibi aniden durdu. duyduklarını anlamamış gibi, ‘’pardon anlayamadım, trafik gürültüsünden dolayı. nereden arıyorum demiştiniz?’’ ‘’parıltı yayın evi, bize gönderdiğiniz taslağınızla ilgili. editör arkadaşlar incelediler. sizinle de görüşmek istiyoruz. eğer müsaitseniz.’’ olcay telefonun diğer ucundaki adamın söylediklerini daha iyi duymak ister gibi eliyle iyice bastırmıştı kulağına doğru. ‘’tabi, yani evet görüşebiliriz. yani kitabımla ilgili değil mi?’’ olcay onlarca yayın evine göndermişti taslağını. bu yayın evine ne zaman gönderdiğini anımsamaya çalıştı. parıltı mıydı ismi? ne önemi vardı ki. adamın cevap vermesine fırsat bırakmadan konuşmasına devam etti. ‘’sizin için ne zaman uygunsa görüşelim, adresinizi vermeniz yeterli ben gelirim.’’ ‘’çok sevindim olcay bey. şu an pek müsait değilsiniz galiba. ben arkadaşlara söyleyeceğim size adres ve konum atarlar. yarın öğleden sonra akşam altıya kadar ben müsaitim. gelirseniz görüşürüz. hoşçakalın şimdilik.’’ ‘’tamam…’’ dedi olcay. ‘’ görüşmek üzere…’’ telefon kapandığı halde kulağından ayıramamıştı olcay. tamam daha önce de görüşmeye çağrılmıştı ama genelde kendisi defalarca arayıp sorardı kitabının incelenmeye alınıp alınmadığını. en sonunda birileri, belki de başlarından savmak için görüşmeye çağırırlar, sonucunda nazikçe geri çevirirlerdi. i̇lk defa bir yayın evi onu aramıştı. yayın evinin adı neydi? adamın adı neydi? bir kez daha kızdı kendine, inceden bir küfür mırıldanırken kendisini işyerine götürecek otobüse bindi. çalıştığı barın önüne gelince garsonlardan biri kapıyı açtı. i̇çeri girerken başıyla selam verip kasanın olduğu tarafa baktı. gülperi başını öne eğmiş kasanın arkasında bir şeylerle uğraşıyordu. ona doğru yürürken yanından geçtiği diğer çalışanlarla göz göze geldikçe selamladı başıyla. gülperi’nin yanına geldiğinde hala farkında değildi kız. ‘’kolay gelsin.’’ dediği anda sanki uykudan uyandırılmış gibi olduğu yerde irkildi gülperi. ‘’aman abi yaaa, sen miydin? ödüm koptu. hoş geldin sen de…’’ derken gülümsedi. olcay fazla duraksamadan arka taraftaki soyunma odasına geçip ceketini ve çantasını çıkarıp kapısı açık boş dolaplardan birinin içine bıraktı. duvarda asılı garsonların giydiği önlüklerden birini alıp üzerine geçirdi. kapının yan tarafında duvara aslı duran aynanın önünde durup birkaç saniye görünüşü kontrol edip yeniden dışarı çıktığında gülperi’nin şaşkın bakışlarıyla karşılaştı. ‘’olcay abi!, neden önlük giydin?’’ kız önce olcay’ın üzerindeki önlüğe, sonra yüzüne, sonra yine önlüğe bakıyordu anlamaya çalışır gibi. ‘’nasıl neden gülperi? garsonlar önlük giymiyor mu?’’ ‘’tamam da abi, sen bu gece sahneye çıkacaksın. garson değilsin ki…’’ ‘’sahneye çıkmama daha üç saat var. o zamana kadar boş mu duracağım?’’ dedi olcay. gülperi’nin tepkisine anlam verememişti. ‘’abi, tuhaf adamsın vallahi, ya geçen hafta konuşmadınız mı patronla, artık garson değilsin. sahneye çıkacaksın. çıkar şu üzerindekini geç bir masaya otur. çocuklara söyliyeyim sana yiyecek bir şeyler getirsinler. hem, hem sen neden erken geldin ki?’’ olcay’ın kafası karışıktı. o şiir okuduğu akşamdan beri gelmiyordu. çünkü patron gelmene gerek yok demişti. hafta sonu gel gece sahne alırsın… evet gece çıkarsın demişti. mahcup olmuş şekilde başını önüne eğince kız yaklaşıp koluna girdi. ‘’ abi gel önce şu önlüğü çıkaralım…’’ diyerek az önce çıktığı soyunma odasına geri götürdü olcay’ı. önlüğü çıkarıp astılar duvara sonra yine dışarı çıktılar. olcay kasanın yakınında boş bir masaya oturup beklemeye başladı. beklerken arada kendini tutamayarak gülperi’ye bakıyordu. onun da kendisine baktığını hissedince başını başka yöne çeviriyordu. aşık değildi. zaten doğru düzgün de tanımıyordu ama bir şekilde hoşuna gidiyordu kız. onunla kaldığı ilk gece de anlattıklarından mı, yoksa genç ve diri vücudundan mı etkilenmişti bilmiyordu. bilmek de istemiyordu. sadece ona bakmak, onu düşünmek hoşuna gidiyordu. asıl merak ettiği kızın, ya da bir insanın iş yeri dediği bir ortamla, dışarısı arasında nasıl bu kadar farklı davranabildiği, rol yapabildiğiydi. i̇ş yerindeyken gerçekten abisiymiş gibi davranıyordu. o geceye kadar o da hep öyle hissetmişti. o geceden sonra artık abisi olamazdı. peki kız nasıl hala böyle davranıyordu. bu düşünceler arasındayken kızın bir garsona ‘abi’ diye seslendiğini duydu. kafası karıştı. daha fazla düşünmek istemedi. önüne konan yemeği yerken bira içmeye de başlamıştı. heyecanlıydı ama içtiği her biradan sonra rahatladığını hissediyordu. bir ara yerinden kalkıp, gidip çantasını alıp geri geldi. çantasındaki kâğıtları çıkarıp inceleyip sıralamaya başladı. sahneye çıkınca okuyacağı şiirlerdi bunlar. kağıtların üst ve alt tarafındaki boşlukları çalınmasını istediği şarkıları not etmişti. telefonunu çıkarıp kulaklığını takıp o şarkıları dinlerken içinden tekrar tekrar okuduğu şiirleri. genelde dönemin popüler şiirleri vardı. bir iki tane de kendi şiiri. şiirlerin bulunduğu kağıtları sıraladıktan sonra en alttaki iki sayfayı kenara koydu. kısa bir hikayeydi bu ve son şiirini okumadan önce bu hikayeyi okuyacaktı. tam bitirmemişti. birkaç satır daha ekledi sonuna. elinden kalemi bıraktığında boşalan bardağını doldurması için garsonlardan birine işaret edecekken mete oturdu karşısına. ‘’şairimiz büyük geceye hazır mı?’’ diyerek kahkaha patlattı. kendini kötü hissetti olcay. bozuntuya vermeden, elindeki kağıtları mete’ye doğru uzattı. ‘’hazır hissetmiyorum. bu şiirleri okumaya karar verdim. ama hala emin değilim.’’ ‘’oğlum olcay abinin birasını tazele bana da bir tane getir!’’ diyerek yanlarından geçen garsona seslendi mete. ‘’ emin olmayacak bir durum yok olcay’cım. sahneye çıkacaksın geçen hafta olduğu gibi. şiirlerini okuyacaksın. ver bakayım neleri seçmişsin…’’ diyerek olcay’ın elindeki kağıtları alıp çok da incelemeden göz gezdirdi. gezdirirken, ‘hımm, tamam, güzel…’ diye mırıldandı. hikayenin yazılı olduğu sayfalara gelince duraksadı. ‘’bu şiir değil?’’ diye sorar gibi konuştu. ‘’kısa bir hikaye, yeni yazdım.’’ ‘’bak olcay’cım tabi ki sen daha iyi bilirsin ama, şiirlerin şarkı tadında bir söylenişleri var, his, duygu yoğunluk bir araya girince insanları hayran bırakır. ama sahnede bir hikaye okumak? bilemedim yani mekandakileri sıkmayalım böyle…’’ ‘’siz de demiştiniz ki deneriz olmazsa yapmayız. deneyelim bence…’’ mete bu cevaptan çok hoşnut olmasa da sesini çıkarmadı. başını önüne eğip kağıtları toparlayıp olcay’a geri uzattı. ‘’tamam olcay’cım sen öyle diyorsan öyle olsun.şimdilik bana müsaade. şu hesap işlerini kontrol edeyim.’’ olcay’ın bir şey söylemesini beklemeden kalkıp gülperi’nin yanına gitti. gülperi ona da ‘hoş geldin abi’ diyerek gülümsedi. olcay’ın canı daha çok sıkıldı. bira da hala gelmemişti. boş bardağını alıp masadan kalkıp bara gitti. barın yanına gelince başının döndüğünü hissetti. çok mu içmişti? boş bardağı barmene uzattı. doldurana kadar bekledikten sonra bardağını alıp masasına geri döndü. fazla zaman kalmamıştı. ertesi günün tatil olması, mekanın diğer gecelerden daha kalabalık olmasının en büyük nedenlerinden biriydi. müdavimler çoktan sahne alması gereken şarkıcının yokluğunu fark etmiş, garsonlara sorular sormaya başlamışlardı. mete programın değiştiğini artık şarkıcının gelmeyeceğini kimseye söylememiş olmalıydı. i̇çerideki tüm masalar dolmuş hatta kapı önünde boşalacak yerlere oturmak için bekleyenler birikmeye başlamıştı. olcay içeridekilere bakarken insanların hareketlendiğini fark edip bakışlarını kapıya çevirince birlikte sahneye çıkacağı gitarist çocuğun içeriye girdiğini gördü. en fazla yirmili yaşlarda olmasına rağmen yetenekliydi ve bazı müşteriler sırf onu dinlemek için geliyordu. yakışıklı bir çocuktu. i̇çeri girdiğinde bazı masalara uğrayıp selam veriyor, kızlarla tokalaşıyor, hayran hayran bakıyordu onlara, kızların ona baktığının farkında olarak. olcay’ın yanına gelip karşısındaki sandalyeye oturdu. ‘’abi hazır mıyız?’’ olcay kendini tuhaf hissetti. garson olarak çalışırken selam alıp vermek dışında hiç konuşmadığı bu çocuk şimdi masasına oturmuş, ona ‘hazır mıyız?’ diye sormuştu. afallaması geçince kendini toparlayıp, ‘’şu şarkıları biliyor musun?’’ diye sorarak elindeki kağıtları gitariste uzatıp yazdığı şarkı isimlerini işaret etti. çocuk bir süre inceledi şarkı isimlerini. hatırlamaya çalışır gibi çenesinin altında yeni çıkan seyrek sakallarında parmaklarını gezdirdi. sanki sakalları arasındaydı şarkılar, biraz daha karıştırırsa hatırlayacaktı. diğer sayfalara göz attı. ‘’ hallederiz abi, bir kaçını anımsıyorum. diğerlerinin notalarını da internetten buluruz. daha olmadı. ben playback yaparım. i̇nternetten çalarız. sen bana bırak, bende!...’’ diyerek gülümseyip kalktı masadan. sahneye çıkıp ses sisteminin ayarlarını yaptı. zaman gelmişti. olcay bardağın yarısı dolu olduğu halde hepsini bir dikişte içip kağıtları eline alıp sahneye çıktı. ‘’değerli misafirlerimiz, bizimle birlikte olduğunuz için teşekkür ederiz’’ dediği anda gitarist alkış sesleri duyuldu. ‘’bu gece farklı bir konseptle birlikte olacağız. ünlü şair ve yazar olcay kutlu, o güzel sesi ve duygularıyla gecemize renk katacak.’’ alkış sesi azalsa da devam etti. gözler olcay’ın üzerindeydi. her ne kadar gitarist ünlü dediyse de kimse daha önce bu ismi duymamıştı. kimse bozuntuya vermedi. belki ‘kim bu, tanımıyorum!’ diyecek olsalar tanıyan arkadaşları tarafında alay konusu edilecekti. bu yüzden kimse ses çıkarmadı sadece alkışladılar. ‘ne acınası…’ diye düşündü olcay, üzerindeki meraklı gözleri süzerken. gitarist ilk şarkının notalarını çalmaya başladığında mekandakilerin yüzünde bir memnuniyet belirdi. olcay herkes tarafından bilinen şiirlerden birine başladığında memnuniyet daha da arttı. hatta şiirin çok bilinen mısralarına eşlik ettiler. şiir bittiğinde mekanın içi alkış sesiyle doldu. olcay daha iyi hissetti kendini. diğer şiire başladığında, gitarist ikinci şarkıya başladı. yine alkış sesleri yükseldi. güzel bir şarkıcı ve kafalarını dağıtacakları, kalkıp göbek atacakları şarkıları bekleyenler, okunan şiirlerle benzer bir havayı yakalamışlardı. mete’nin yüzü gülüyordu. alkol hiç olmadığı kadar hızlı tükeniyordu masalarda ve garsonlar yoruluyordu boşalan bardakları doldurmaya çalışırken. her şey yolundaydı. diğer şiir ve sonra kendi şiiri. kimse farkına varmamıştı kendi şiiri olduğunu, çok satan bir kitapta yer almadığını, tanınmış bir şaire ait olmadığını. diğerlerini alkışladıkları gibi alkışladılar. gecenin sonuna yaklaştıklarında masalar hala doluydu. normalde şarkıcının sahne aldığı gecelerde program bitmeden müşterilerin çoğu yorulur ve evlerine giderlerdi ama bu gece, herkes daha çok alkollüydü, herkes daha dikkatliydi, herkes dinliyordu, tek bir mısrayı kaçırmadan… hikayesini okumaya başladı olcay.i̇lk satırlarda farkı anlayamayanlar aynı ilgiyle dinlemeye devam ettiler. sonra garipseyen gözlerle önce birbirlerine sonra olcay’a baktılar. gitar çalan çocuk bile bir an dikkatini kaybedip yanlış notaları çalınca kendine gelip düzeltti. hikaye de bir otobüs durağında karşılaşan kadın ve erkekten bahsediyordu. o kadın ve erkeği bir araya getiren başka bir adamdan. hikayenin sonuna geldiğinde herkes susmuştu. gitar tellerinden çıkan seslen yüksek tavanın boşluğunda kaybolurken gitarist de durdu. mete endişeli gözlerle bir olcay’a bir masadaki müşterilere bakıyordu, ne yapacağını bilemez gibi. kapı girişine yakın masalardan bir kadın, sarhoş olmak üzere belliydi sesinden, ‘’otobüsten inince ne oldu?’’ diye sordu yüksek sesle. olcay spot ışıkları altında kadını görmeye çalışır gibi ellerini ışığa siper edip gözlerini kısarak baktı oturduğu yere doğru. göremeyeceğini anlayınca elini yüzünden çekti. ‘’otobüsten inince ne oldu bilmiyorum. henüz yazmadım…’ dedi. bir uğultu yükseldi masaların arasından. olcay konuşmaya devam etti. ‘’ önümüzdeki hafta bu saatte burada, otobüsten inince olanları anlatacağım sizlere…’’ sustu herkes. gitarist bir yudum aldığı birayı yutmadan duraksadı. sanki yutkunsa boğazının sesi yankılanacaktı mekanda. sonra arka masadaki kadın alkışlamaya başladı, sonra diğerleri. gitarist ağzındaki birayı yuttu. mete’nin yüzünde az önceki kaygı dolu ifade kahkaha dolu mutluluğa yerin bıraktı. son şiiri okumadı olcay. ‘’bu türküyü birlikte söyleyelim’’ dedi ve mırıldanmaya başladı. ‘’ bir ay doğar ilk akşamdan, geceden…’’ gitarist türküyü anımsayıp eşlik etti olcay’a, ardından içerideki herkes tek bir ağızdan söylemeye başladı… ‘’uyan uyan yar sinene sar beni…’’ olcay ve gitarist sahneden indikleri halde içerideki müşteriler hala masalarında oturuyorlardı. kendi aralarında ne konuşuyorlardı, beğenmişler miydi? yoksa bir daha gelmeyecekler miydi? bilmiyordu olcay ama umursamıyordu da. mete yanlarına gelip oturdu. ‘’ne yaptınız oğlum siz? büyülediniz herkesi. yarın gece yeniden geliyorsun olcay!...’’ ‘’patron, sadece denemek için haftada bir gece olacaktı. neden yarın?’’ ‘’denemeyi geçtin lan. baksana herkes hala sipariş veriyor kimse kalkmıyor. şimdi sahneye çıkıp yarın gece devam edeceğinizi söyleyin!’ olcay gitaristle göz göze geldi. onun için fark etmiyordu zaten hafta sonu iki hatta üç gece sahneye çıkıyordu. gitarist olur der gibi gözlerini açıp kapatınca, ‘’tamam’’ dedi olcay gitariste doğru.’’şimdi çık yarın gece yine buradayız de!’’ gitarist denileni yaptı. masalar yavaş yavaş boşaldı. neredeyse herkes çıkmadan önce olcay’ın yanına gelip onu takdir ettiklerini söylediler. bazıları kitaplarının nerede satıldığını sordu. nazik bir şekilde soruları geçiştirip, sadece burada olacağını söyledi. herkes gittikten sonra garsonlar mekanı temizlemeye başladığında olcay izin isteyip ayağa kalktı. mete garsonlardan birni yanına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. olcay kapıdan çıkarken garson durdurdu. ‘’abi, bunu patron verdi…’’ olcay kendisine uzatılan poşeti alıp içindeki şişeyi kolunun altına sıkıştırıp dışarı çıktı. aklında tek bir şey vardı. gülperi seslenecek miydi? adımlarını yavaşlattı. arkasına dönüp bakmak istedi ama yapmadı. biraz daha yavaşladı. duracak gibi oldu. kimse seslenmedi arkasından. yalnızdı. sağ kolunun altında viski şişesi, sol kolunun altında başka bir kol yok. hızlandı adımları. az önce aldığı o tüm takdirler, beğeniler, alkışlar boşluğunda kayboldu gecenin. yalnızdı. gülperi yoktu. sesi yoktu kulaklarında, kolu yoktu sol kolunun altında. buz gibi bir eve gidecek, buz gibi bir yatağa yalnız girecekti. buz gibiydi yalnızlık. bunca yıldan sonra bile alışılmıyordu.
    11. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm -10 bir ay önce fırat ve şahin fırat şahin’in masasına bıraktığı dosyaları incelemeye başladı. araştırması için verdiği her isim için ayrı bir dosya düzenlenmiş, her dosyada yer alan bilgiler ayrıca cd’ye kaydedilmişti. cd’lerin üzerinde isimler yer alıyordu. onları masanın yan tarafına doğru çekip sayfaları açıp incelemeye başladı. onlarca fotoğraf, kelimeler dolu sayfalar, araştırılmasını istediği arkadaşlarıyla ilgili doğumlarından bugün oldukları yere gelinceye dek her bilgi önündeydi. somut bilgilerle birlikte her dosyanın sonunda uzman bir psikolog tarafından yapılmış karakter analizleri de vardı. şahin tam da istediğini yapmış ve bunun farkındaymış gibi karşısında oturduğu koltukta yayılarak oturuyordu. ‘’şahin bey, gerçekten etkileyici bir çalışma olmuş. daha önce konuştuğumuz gibi ücretiniz bugün hesabınıza yatırılacaktır. yaptığınız masraflara ait faturalarınız varsa onları da verin lütfen.’’ şahin sanki bunun söylenmesini bekliyormuş gibi, dizlerinin üzerinde duran deri kaplı çantasını sanki yaptığından büyük bir zevk alıyormuş gibi yavaşa açıp, yeni bir dosya çıkardı. dosyayı çok değerli bir nesneyi tutuyormuş gibi parmaklarının arasına alıp fırat’ın masasına bıraktı. diğer dosyalar kadar kalındı bu dosya da. fırat herhangi bir tepki göstermeden masasına bırakılan dosyayı kendine doğru çekip elini üzerine koydu. ‘’başka bir şey var mıydı?’’ şahin her ne kadar beceremese de elinden geldiği kadar nazik görünmeye çalışarak, ‘’ hayır fırat bey, sizinle çalışmış olmak bizim için bir zevkti. ne zaman ihtiyacınız olursa bana ulaşabilirsiniz.’’ diyerek yayıldığı koltuktan ağır hareketlerle kalktı. fırat adamdan hoşlanmıyordu, hiçbir zaman hoşlanmamıştı ama işini iyi yaptığı için her zaman takdir etmişti. bir an önce gitmesini ister gibi sabırsızlıkla adamdan gözlerini ayırmadı. i̇nadına mı bu kadar ağır hareket ediyordu? adamın daha hızlı hareket etmesi için daha fazla para ödemek aklına geldi. bu düşünceyi dillendirmeden sabırla adamın kapıdan çıkıp gitmesini bekledi. şahin tam kapıdan çıkacakken durup fırat’a döndü. ‘’fırat bey, haddim değil biliyorum ama çok merak ettim. birbirinden bu kadar farklı bu adamlar sizin için neden bu kadar önemli?’’ adamdan kurtulmak için sabırsızca bekleyen fırat soruyu duyunca kan basıncının arttığını hissetti. şakaklarındaki damarlar şişmişti. derin bir nefes aldı. ‘’haddinizin olmadığını bilmeniz güzel şahin bey…’’ dedi. şahin şansını daha fazla zorlamamak için zoraki bir gülümsemeyle başını önüne eğip dışarı çıktı. kapının kapandığından emin olunca elinin altında duran il dosyanın kapağını açıp incelemeye başladı fırat. i̇lk sayfada doğum tarihleri, gittiği okullar, aldığı eğitimler, çalıştığı işler, sağlık durumlarını anlatan bilgiler vardı. diğer sayfalara geçtikçe birlikte olduğu kadınlar, cinsel eğilimleri, arkadaşlık ilişkilerinden sanatsal zevklerine kadar her türlü bilgi ayrıntılı olarak verilmişti. sayfaların arasında fotoğraflar vardı. her kişi için yaşadığı ev ve sokağın detaylı fotoğrafları, besledikleri hayvanlar varsa onların fotoğraflarına kadar onlarcası. ve her dosyanın sonunda psikolog tarafından yapılmış analizler. son dosyayı da inceledikten sonra kafası karışmıştı. i̇ki elinin parmaklarını aralayıp alnına yaslayıp saçlarının arasına daldırıp başının arkasına doğru gezdirirken koltuğunda geriye yaslanıp derin bir nefes aldı. ‘ne yapıyorum ben!’ diye sordu kendine. aslında soru değildi bu ne yaptığının farkına varması için kendine yönelttiği bir uyarıydı daha çok. bu defa ‘neden yapıyorum?’ diye gerçek soruyu sordu. sevgi için… peki doğru muydu bu yaptığı? ‘başka ne yapabilirim ki?’ diye mırıldandı. ne kadar zamanı kaldığını bilmiyordu. tek istediği, istediği neydi? üç ay önce böyle bir karar alırken istediği neydi? çok canı yanacaktı. bu can yangınına nasıl katlanacaktı bilmiyordu. ama zaten öldükten sonra insanın canı daha fazla yanmaz değil mi? bu düşünceye sığınarak yeniden açtı dosyaları, daha dikkatli inceledi. gerçekten insan öldükten sonra canı yanmaz mı? önemli olan bu değildi. dosyalardan birinin kapağını kapatıp masasının altındaki çöp kutusuna attı. sonra diğerini. önünde iki dosya kalmıştı. birbirine çok benzeyen iki adam. sevgi’yi mutlu edebilecek iki adam. sevgi’yi mutlu edebilecek başka bir adama gerek yoktu ki, kendisi vardı. i̇ki dosyayı da tutup atmak istedi. ‘neden!?’ ‘neden böyle olmalıydı!’ parmaklarının arasında kıvrılan kağıtların çıkardığı sesi duydu. derin bir nefes daha aldı. sağ elinde tuttuğu dosyayı da çöp kutusuna bıraktı. şimdi masasında tek bir dosya vardı kapağında bir adamın ismi yazılan: olcay kutlu
    12. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm - 11 sevgi ve fırat evinin kapısından içeri girip üzerindekileri çıkarmadan oturma odasına gidip tekli koltuğun üzerine bıraktı kendini. işığı bile açmaya gerek duymamıştı karanlığa rağmen. yol boyunca iki defa aramıştı fırat’ı ama ne telefonu cevaplamış ne de geri dönmüştü. uzanıp sehpanın üzerine bıraktığı çantasından telefonunu eline alıp bir kez daha kontrol etti. i̇ndirim kampanyası yapan firmaların birinden gelen mesaj dışında başka bir şey yoktu. fırat en son patronuyla birlikte olacağını söylemişti. yeniden aramak yerine bu defa mesaj atarak meraklanmaya başladığını yazdı. sırtını iyice koltuğa yaslayarak gözlerini kapattığında ne kadar yorgun olduğunu hissedince, sıcak bir duş almanın iyi geleceğini düşündü. ama kalkmak bile istemiyordu. tuhaf adamı düşündü birlikte film izlediği. sonra kitapçıda karşılaşmalarını. ne kadar kabaydı. tamam belki filmi onun sayesinde izlemişti ama şimdi yeniden düşününce davranışları ve konuşma tarzı çok itici gelmişti. sehpanın üzerine bıraktığı telefonundan çıkan mesaj geldiğine dair bildirim sesiyle bir an doğrulup sevindi. fırat mesaj atmış olabilirdi. olmalıydı çünkü hiç bu kadar uzun süre habersiz bırakmazdı kendini. gülümseyerek telefonu eline alıp kontrol ettiğinde, gülümseyen dudakları yavaşça eski haline geri döndü. gizem’di mesajı gönderen. dediği gibi olmuştu. gerçek adını söylediğinde çocuk önce biraz sinirlenmiş bozulmuş telefonu kapatmıştı. ama sonra arayıp gizem’i bunun önemli olmadığını söylemiş. gizem’e yanıt vermeden telefonu elinden bırakıp ayağa kalktı. banyoya gidip üzerindekileri çıkarıp kendini sıcak suyun rahatlatıcı dokunuşları bıraktı. uzun süre hareket etmeden öylece durdu suyun altında. hala fırat’ı düşünüyor, bir sorun olduğunu hissediyordu. şüphe insanın içini kemiren aç bir fare gibi, beyninin kıvrımlarını hiç durmadan kemiriyordu. musluğa uzanıp suyu kapattığında banyonun içi buharla dolmuştu. havlusuna sarılıp yatak aynanın karşısına geçtiğinde kendini görebilmek için camın üzerinde biriken buğuyu silmek zorunda kaldı. aynada ki yansımasına baktı bir süre. yüzü solgun muydu? çıplak ayaklarıyla oturma odasına geçip sehpanın üzerinden telefonunu aldı. yeniden kontrol etti. sonra yatak odasına geçip yatağının kenarına oturdu. başucundaki komidinin üzerinde duran diz üstü bilgisayarını alıp açma düğmesine basıp yatağın üzerine bıraktı. bilgisayar açılırken üzerini kurulayıp pijamalarını giydi. banyodan başka bir havluyla saçlarını sarıp yatağına geri geldiğinde tamamen açılmıştı bilgisayarı. elektronik posta hesabını kontrol etti. yeni bir bildirim yoktu. bilgisayarını yeniden yatağının üzerine bırakıp mutfağa gidip kendine kahve hazırladı. kahve fincanıyla birlikte yatağına geri dönüp yorganı üzerine çekip oturdu bilgisayarını kucağına aldıktan sonra. uzun zamandır takip ettiği blog sayfasını açtı. yeni bir yazı ya da şiir eklenmemişti. bilgisayarı kapatıp uyumayı düşündü. ne kadar yorgun olsa da uykusu yoktu. blog sayfasındaki daha önceden eklenmiş yazıları okumaya başladı rastgele. bazı satırlar kendini kendine anlatıyordu sanki, bazıları ise bambaşka bir dünyada yaşayan tuhaf bir adamın hezeyanlarını. adını koyamadığı bir bağ vardı bu yazıları yazanla arasında. adını koymak istemiyordu belki de. çünkü tanımlanan her yakınlık, adı konulan her ilişki bir yerden sonra kategorize ediliyor ve saflığını kaybediyordu. evet bu yazara mesajlar atmıştı, hatta bazıları baştan çıkartıcı nitelikteydi ama hiç cevap almamıştı. cevap almaması merakını körüklemişti her defasında. daha çok merak etmiş kafasında bin türlü kurgu peydahlanmıştı. en sonunda böylesi daha güzel diyerek kabullendi durumu. sayfadaki şiirleri okurken fırat’ı düşündü. ona da bahsetmişti bu blog sayfasından ama çok üzerinde durmamıştı. onun zorlamasıyla birkaç dakika göz atmış, kötü birkaç espri yapmış, umursamamıştı. bu umursamazlık haline kızınca sevgi, ‘bir gün bu adamla tanışırsam seni terk ederim!’ bile demişti. kahkaha atmıştı sadece. sonra kendisi de bu söylediğine gülmüştü. fırat’ı seviyordu. onunla karşılaştığı ilk andan beri belki daha öncesinden beri, var olduğu için, öyle birinin varlığını seviyordu. o asansörde karşılaştıklarında o varlık bedene bürünmüştü. birkaç şiir daha okuduktan sonra kapattı bilgisayarını. son bir defa kontrol etmek için telefonu eline aldığında çalmaya başladı. ‘’alo, hayatım?’’ ‘’sevgilim, özür dilerim, telefon yanımda değildi şimdi gördüm aradığını biliyorum haber vermem gerekirdi ama bizim patronu biliyorsun…’’ sevgi sesini çıkarmadan dinliyordu sadece. fırat telefonun hala açık olup olmadığını kontrol etmek için ekranına bakıp açık olduğundan emin olunca konuşmaya devam etti. ‘’biliyorum, bugün sana sözüm vardı. ama söz veriyorum telafi edeceğim. orada mısın? lütfen bir şey söyle…’’ i̇çini çekti sevgi ama yine de konuşmadı. ‘’tamam, haklısın kızmakta. ama kapının önündeki çiçekleri almazsan orada kuruyup gidecekler…’’ kafası karıştı sevgi’nin. o an da kapı zili çaldı. telefonu kulağından ayırmadan ve tek kelime konuşmadan yatağından çıkıp kapıya doğru yürüdü. kapıyı açmadan üzerindeki gözetleme boşluğundan dışarı kontrol etti. kimse yoktu. kapının emniyet zincirini takıp hafifçe aralayıp açınca yerde duran menekşeleri gördü. kapıyı kapatıp zinciri yuvasından çıkarıp yeniden açtı. eğilip çiçekleri almadan önce merdiven boşluğunu kontrol etti. kimse yoktu. ‘’çok özledim seni…’’ dedi fırat telefonun diğer ucundan. çiçek demetini kucağına alıp, ‘’ben de..’’ diyerek fısıldadı sevgi. arkasını dönüp içeri girecekken ‘’ne kadar özledin?’’ diye sorduğunu duydu fırat’ın. bu defa ses telefondan değil arkasından geliyordu. sanki saatlerdir içinde biriken gri bulutlar bir anda dağılmış gibi hissetti. fırat’a doğru dönüp kucağında çiçekler olduğu halde sımsıkı sarıldı. ‘’tamam sevgilim, sakin ol, önce şu çiçekleri güvenli bir yere bırakalım’’ ‘’bugün sen beni aramayınca mesajlarıma dönmeyince bir daha göremeyeceğimi sandım. biliyorum belki saçma belki çocukça ama, çok endişelendim.’’ bunları söylerken kızdığını hissetti sevgi. neden böyle yapmıştı? neden uzak kalmıştı? öfkesi artınca sarılmayı bırakıp arkasını dönüp içeri girdi kucağında çiçeklerle. fırat bir an ne yapacağını bilemedi. sevgi sırtını dönüp uzaklaşırken arkasından bakakaldı. derin bir nefes alıp içeriye girdi. ev kokusuyla doluydu. başının döndüğünü hissetti. bu huzur, bu mutluluk, başka bir evrende var olmak gibiydi sevgi’nin yanında olmak. tüm karmaşa ve keşmekeşlikten uzakta, sadece kendilerine ait bir dünyada var olmak gibi. yatak odasına geçip yatağın kenarına oturup beklemeye başladı. bozulmuş yatak örtüsü, yarı açık yorgan, komidinin üzerine bırakılmış bilgisayar. sevgi’yi odanın kapısında gördüğünde hala kızgın olduğunu hissedebiliyordu. gözlerini üzerine dikmiş öylece duruyordu. yanına oturmasını işaret ederken yavaşa elini yatağın üzerine vurdu. sonra ‘’gel hadi…’’ dedi. sevgi sanki duymamış gibi yaparak yanına değil de yatağın diğer tarafına geçip yorganın altına girip başının üzerine kadar çekti. fırat yanına uzandı. yorganın üzerinden dokundu sevgi’ye. sonra bir köşesini açıp biraz daha sokuldu. sevgi’nin gözleri kapalı dizlerini yukarıya çekmiş kollarıyla sarmıştı. biraz daha girdi yorganın altına fırat. kollarını sardı. çenesini başına dayayarak nemli saçlarını okşamaya başladı sevgi’nin. her dokunuşunsa sevgi biraz daha izin veriyordu yaklaşmasına. i̇nce kolların bedenine sarıldığını hissedince iyice kendine doğru çekti. nefesi boynundaydı şimdi. öylesine sıcak, öylesine sadece onun gibi… kendi içinde çatışıyordu durmadan ve bu çatışmanın en ateşli halini yaşıyordu fırat. bu kadar mutlu, bu kadar bitecek olması. kollarının arasındaki kadın, varlığının nedeni kadın, yokluğunda ne olacaktı? daha sıkı sarıldı. dudaklarını hissetti boynunda. alev almaya hazır bedenine atılmış molotof kokteyl gibi. her öptüğünde, o ince dudaklar boynuna her dokunup ayrıldığında, yeniden dokunduğunda, nasıl da özlemişti… bir şeyler söylemek istedi. yutkundu. yutkunduğunu anlamış mıydı? bıraktı kendini yangının ortasına. kaçmak aklının ucundan bile geçmedi. teslim oldu. her dokunuş, her öpüş, tenin yanmasına izin verdi, tenini yakarken sevgi’nin…
    13. 0
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm 12 olcay evine geldiğinde boğazının ağrıdığını hissetti yutkunurken. yorgundu. önceden garson olarak çalışırken de bazı geceler bu kadar yorulurdu ama bu yorgunluk başkaydı. ruhu yorulmuştu sanki. oysa bütün gece oturduğu yerden şiir okumuştu sadece. beyni yorgundu düşünmekten, gözleri spot ışıklarından, ya ruhu? yalnızlıktan mı yorulmuştu? kolunun altında taşıdığı viski şişesini bilgisayar masasının üzerine bıraktı. montunu çıkarıp yatağın üzerine bırakıp mutfağa gidip dolabı açtı. yürürken hafifçe yalpalıyor olsa da biraz daha içmeliydi yoksa uyuyamazdı bu gece. sabaha ezanı okunana kadar bin türlü düşünce arasında savrulur, bazen savrulmaktan sıkılıp hayalinde bir kadınla sevişir, hayalinde ki kadın, gülperi? aşık değildi. sadece hazzın doruklarındayken hatırladığı bir anı gibiydi. yeniden o doyuma ulaşmak istedi. dolabın içinden gelen soğuk hava düşüncelerinden sıyırdı olcay’ı. yaklaşık bir hafta önce açıp yarısını içmiş olduğu kola şişesini alıp dolabı kapattı. mutfak dolabından bir bardak alıp bilgisayar masasının yanına geri döndü. bilgisayarın açma düğmesine bastıktan sonra açılmasını beklerken viski şişesini açıp bardağın yarısına kadar viski, kalan yarısına kola doldurup oturdu sandalyesine. sigara paketini montunun cebinden çıkarmadığı fark edince hafiften bir küfür mırıldansa da yerinden kalkıp yatağın üzerindeki montun yanına gidip sigarayı alıp geri döndü. sigarasını yaktıktan sonra bardağından bir yudum aldı. sigaranın dumanı yakınca dayanamayıp elini götürdü gözünün üzerine, bu defa daha çok yandı. öfkeleniyordu. sanki tüm dünya bir olmuş o an onu öfkelendirmek için gereken her şeyi yapıyor gibiydi. derin bir nefes aldı. bir yudum daha viski. karıştırdığı kolanın asidi geçmiş şekerli suyla içiyor gibiydi ama önemsemedi. en fazla sabah uyandığında başında kolay geçmeyecek bir ağrı olacaktı. bilgisayar açıldı. önce sahte isimlerle açtığı sosyal medya hesaplarını kontrol etti. arada bir kadınlar konuşuyor, ne zaman biri fazla yakınlık gösterse hesabını kapatıp başka bir hesap açıyordu. şimdi ise yalnızlıktan şikayet ediyordu. uzun zamandır yazı eklemediği blog sayfasını açıp, önceden eklediği şiirlere, yazılara bir göz attı. bir yudum daha viski, sigaradan derin bir nefes. chopin’in operalarından birini açınca yalnızca bilgisayar ekranının ışığıyla aydınlanan yarı karanlık odanın içini piyano sesi doldurdu. sesi biraz daha yükseltti. blog sayfasının mesaj kutusunu açtı. yeni bir ileti yok, mesajıyla karşılaşınca eskilerini kontrol etti. kadın olduğunu tahmin ettiği biri en son bir ay önce olmak üzere dört mesaj atıp tanışmak istediğini yazmıştı her mesajında. bir erkek neden kendisine mesaj atıp tanışmak istesin ki? bir kadın neden istesin böyle bir adamla tanışmayı… mesaj sayfasını kapatıp bloğuna geri döndü. yeni bir yazı eklemek istedi belki bir şiir. bilgisayar ekranında boş bir sayfa açılınca duraksadı. ne yazacaktı? karşısındaki sayfa kadar boş hissetti içini. gülperi’yle geçirdiği geceleri düşündü. sevişmişti ama sevmemişti. bunu mu yazacaktı? canı yanmadığı zamanlarda yazmak ne kadar zordu. zorluyordu olcay’ı. karşılaştığı kadın aklına geldi. güzel bir kadındı. neden onu bir şeyler içmek için davet etmişti? ‘teşekkür etmek için unuttun mu?’ diye söylendi kendine. bir yudum daha aldı viskisinden ve bir sigara daha yakıp kül tablasına bıraktı. ‘tesadüfler, yol kenarındaki uyarı levhaları gibi. sağa dönülmez, azami hız yetmiş kilometre, köprüden önce son çıkış, dikkat kasis!... tesadüfler mi yönlendiriyor hayatımızı? o gün orada olmasaydın, o gün işin erken bitmeseydi, o gün o filme gitmeseydin, o gün evden çıkmasaydın, ondan önceki gün o kadar içmeseydin, o gün telefona bakmasaydın, o gün de diğer günler gibi insanlardan uzak kalsaydın, o gün kitaplara olan zaafına teslim olmasaydın, o gün bir kadın istemeseydin… ne çok tesadüf bir araya gelip tutmuş elinden, oturtmuş seni bir masaya, kadının tam karşısına…’ kül tabağındaki sigara kendi kendine yanıp sönmüştü. bir sigara daha yakıp derin bir nefes çekti. boşalan bardağını doldurdu. neden bunları yazıyordu ki şimdi… bir an silmek istediyse de yapmadı. bir yudum daha… bakışlarını odaklayamıyordu artık. parmaklarını bilgisayarının klavyesinin üzerine uzatınca başını öne eğip doğru tuşlara bastığından emin olmak istedi. ‘gündüz yapmak isteyip de yapamadıkları, gece keşkeler dolu bir sırt çantasıyla soğuk sulara daldırır insanı. çırpındıkça derine batar, derine battıkça çırpınır. geçecek bunlar, uyuyup uyanınca. zaten sorun uyumak değil mi? bir sis perdesi çöker düşüncelerinin üzerine. dokunabildiğini anlarsın, bir körün yürürken elini boşluğun içine uzatıp yolunu bulması gibi. düşüncelerime dokunabilir misin? beni anlayabilir misin? bulabilir misin? yoksa kaybolur musun sende, diğerleri gibi…’ kaydedip yazdığını sandalyesinde geriye doğru yaslanıp gözlerin kapattı. gözlerini kapatınca başının dönmesi arttı sanki. daha fazla dayanamayıp bilgisayar ekranına baktığında gönderiniz kaydedilmiştir yazısını görüp sigarasından bir nefes daha çekti. blog sayfasının mesaj bölümünü açıp kendisiyle tanışmak isteyen, kadın olduğunu düşündüğü kişinin mesajını cevapladı. ‘’sosyal medya hesaplarım şunlardır.’’ diyerek hesaplarının isimlerini yazıp gönderdi. bardağının dibinde kalan son viskiyi içemeyecek kadar sarhoş olduğunu hissetti. sigarasından son bir nefes çekmeden söndürdü. bilgisayarının kapatma düğmesine basıp zorlukla ayağa kalkıp yatağına doğru adeta sürünerek ilerleyip kendini bıraktı…
    14. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm 13 gizem ve yusuf ‘kendimi seviyorum!’ gülümsedi aynadaki yansımasına. ‘ama bacaklarım biraz daha ince olabilirdi.’ hafifçe yan dönüp kalçasını parmaklarıyla kavradı. ‘tamam bu da biraz fazla…’ tekrar yüzünü döndüğünde aynaya bakışları karnına takılınca canı sıkıldı. oflayarak ‘sanırım biraz kilo versem iyi olacak’ diye mırıldandı gizem. giysi dolabının kapağını açıp bir iki dakika boyunca elbiselerini sağa sola çekerek inceledi. sonunda koyu renkli bir gömlek ve ona uygun geniş paçalı bir pantolon seçip giyindi. fazla abartılı olmadan sade bir makyaj yaptıktan sonra son bir defa daha aynada kendine bakıp ‘tamamdır…’ diyerek gülümsedi. daha önce de görüşmüşlerdi yusuf’la ama gerçeği, yani hilal olmadığını itiraf ettikten sonra ilk defa yüz yüze geleceklerdi. belki bu yüzden heyecanlıydı sanki ilk defa görüşeceklermiş gibi. çantasını kontrol edip telefonunu içine koyup dışarı çıktı. üzerine montunu alsa mıydı? hava mevsimine göre sıcaktı. ama akşam olunca serinliyordu. eğer montunu giyerse terleyecekti. bu yüzden nefret edebilirdi teninden. ama giymezse de akşam üşüyecekti. yine kendine kızacaktı. evinin kapısından çıkınca bir süre bu düşüncelerle boğuşup duraksadı. üşürse yusuf ceketini verirdi. verir miydi? telefonda gerçeği söylediğinde onu terslememiş, sert konuşmamıştı. verirdi tabi ki. belki öyle kızmıştı ki onun yanına geldiğinde patlayacaktı. üşüdüğüyle kalırdı ama o an bu endişe edeceği son şey olurdu. sokağa çıkıp taksi durağına doğru yürümeye başladı. tuhaf bir şekilde içi rahattı. sevgi’yle konuşup yusuf’u aradıktan sonra sanki üzerinden büyük bir yük kalkmış, bu hafiflik hissiyle bulutların üzerindeymiş gibi özgür hissediyordu kendini. durakta bekleyen taksilerden birine binip arkasına yaslanıp gideceği yeri söyledi. yol boyunca yan tarafındaki pencereden dışarıyı izledi. daha önce de hoşlandığı erkekler olmuştu, daha önce de kendini böyle hissetmişti. daha önce bunları hissetmesi şimdiki anın büyüsünü bozmuyor aksine içinde durmaksızın büyüyen yangını körüklüyordu. bir an camda gülümseyen yüzünün yansımasını görünce gözleri parladı. mutluydu… yusuf, bir zamanlar ağaçların arasında olan ama şimdi her tarafı betonla kaplanmış geniş meydanın neresinde duracağını bilemez gibi bir ileri bir geri yürüyordu. eskiden çiçekçilerin olduğu köşe polis barikatlarıyla çevrilmiş, arabaların geçtiği yol yer altına alınmıştı. kendini çıplak hissetti, meydanın ağaçlarından yoksun çıplaklığını hissedip saklanacak yer aradı. simit satan bir seyyar satıcının yanına yaklaşıp durdu bir süre. sonra biraz ilerideki lokantanın önüne doğru yürüdü. arada telefonunu eline alıp inceliyor, hatta konuşuyormuş gibi yapıp kulağına götürüyordu. neden bu kadar erken gelmişti ki? çok erken değildi aslında. söz verdiği buluşma saatine yirmi dakika vardı. ya hilal gecikirse? hilal? hayır gizem! neden böyle bir yalan söylemişti ki? belki yabancılara karşı önyargılıdır diye düşündü. belki görüşmeye devam edeceğimizi düşünmemiştir bu yüzden gerçek adını söylememiştir. bu yeterli bir açıklama olabilir mi? olmaz mı! peki ya o ne kadar dürüsttü? biten bir ilişkinin yan etkilerinden kurtulmak için karşısına çıkan ilk fırsatı değerlendirmemiş miydi? çiçekleri aldığı kadını seviyorsa, ne çabuk vazgeçti. düşündükçe kafası karışıyor, önüne gelip durduğu lokantaya girip çıkanlara yol verirken kendini daha kötü hissediyordu. biraz ileride toplanan kalabalığa gözü takılınca o tarafa doğru ilerledi. en fazla dokuz on yaşlarında bir çocuk, muhtemelen kardeşi olan kendisinden daha küçük bir kız çocuğu yanında akerdeon çalıyor, toplanan insanlar da fotoğraf çekiliyordu. çocuk günün popüler şarkılarını acemice çalarken alkışla tempo tutanlar, önlerine para atanlar, video kaydı yapanlar… çocukların üzerindeki eski ve kirli giysiler, mutlu değiller ve bu kimsenin umurunda değil. kalabalık büyüdükçe muhtemelen çocukların orada durma saatleri de artıyor. i̇nsanlar neden böyle diye düşündü. bir fotoğraf karesi, bir kac dakikalık video kaydı için küçücük çocukların hayatlarıyla oynuyorlar ve bu iyi bir şeymiş gibi sosyal medya hesaplarında paylaşıyorlar. birkaç beğeni alacaklar, ya o çocuklar? kimin umurunda? kalabalığın bir parçası olmamak için daha fazla yaklaşmadan ara sokaklardan birine girdi. saatini kontrol etti. hilal, gizem’in gelmesine beş dakika kalmıştı. yeniden sözleştikleri buluşma yerine, ağaçları sökülmüş meydana doğru yürümeye başladı. keşke erken gelseydi… diye aklından geçirdi yürürken. erken gelmişti… ‘’beklettim mi yoksa seni?’’ diye mahçup bir şekilde sordu gizem. ‘hayır’ dedi yusuf. ‘’ben erken geldim…’’ sarıldılar. yusuf kollarını ayırmak istemedi. gizem bıraktı kendini. kızmamış işte diye aklından geçirdi. birkaç saniye ne güzeldi. ayrıldıklarında yan yana yürümeye başladılar kalabalığa karışıp. yusuf gizem’in elinden tutup parmaklarını parmaklarının arasından geçirdi. gizem omzunu yusuf’un omzuna yaklaştırdı. parmaklarını sardı yusuf’un parmaklarına. ‘’karnın aç mı?’’ diye sordu yusuf. gizem ‘’evet, biraz.’’ dedi. ara sokaklardan birindeki esnaf lokantasına girip yemek yediler. ne gizem, ne yusuf hilal konusunu açmadan neler yaptıklarından bahsettiler. yeterince sevince görmezden gelinebiliyordur belki böyle masum yalanlar. lokantadan çıktıklarında hava kararmıştı. eğlence mekanlarından müzik sesleri yükseliyordu. bir süre yürüdüler. ‘’bana sormak istediğin bir şey var mı?’’ diye sordu gizem. ‘’olursa sorarım.’’ diyerek gülümsedi yusuf. gizem kestane satıcısının yanından geçerken durup, ‘kestane alalım, olur mu?’ diyerek gülümsedi. sıcak kestanelerle dolu kese kağıdını avucuna alıp diğer eliyle yusuf’un elinden tutup yürümeye devam ettiler. barların ve gece kulüplerinin önlerinden geçtiler. neredeyse hepsinden yayılan yüksek sesli şarkılar kalabalıklar… sokağın bir yanına geldiklerinde normal olmayan bir sessizlik vardı. sanki başka bir dünyaya geçmişler ve tüm sesler kısılmış gibiydi. barın önündeki sokağın kenarına konmuş masalar dolu hatta bazıları ayakta içeriye odaklanmış bir şekilde sessizce duruyorlardı. i̇kisinin de dikkatini çekmişti bu durum. biraz daha yaklaştılar. diğer barların aksine hafif bir müzik ve erkek sesi duyuluyordu. dinleyenler tempo tutmuyor ya da bağıra çağıra şarkılar söylemiyordu. bir an göz göze geldiler. i̇kisi de meraklanmıştı. ellerini ayırmadan barın önünde bekleyen insanların arasına sokulup izlemeye başladılar. önce yusuf görmüştü. küçük bir sahne, gitar çalan bir genç, onun hemen yanında konuşan bir adam. konuşmuyor, şiir okuyordu. gizem göremedi önce, sadece duydu okunan şiiri. yusuf, gizemi önüne doğru çekince gördü sahneyi. gizemin ilgisini sahneden çok izleyenler çekmişti. herkes büyülenmiş gibi bakıyordu. ‘’o adam!’’ deyince yusuf, toparladı kendini gizem. yeniden sahneye odaklandı. evet, o adamdı… kapının ağzında birikip girişi kapamış kalabalığı yararak önde gizem, ardında yusuf içeri girdiler. i̇çerisi öyle doluydu ki garsonlar zorlukla servis yapıyorlardı ve kimsenin umurunda değildi bu gecikme. herkes hipnotize olmuş gibi okunan şiirleri dinliyordu. şiirleri okuyan adam, gitar çalan çocuk da kendinde değil gibiydi. birkaç dakika sonra gizem ve yusuf da bu büyünün etkisine girmişti. ne kadar süre orada kaldılar, ne kadar zaman geçti. i̇kisi de farkında değildi. gizem yusuf’un önünde, sırtını onun göğsüne dayamış, yusuf’un kolları bedenine sarılmış. bazı bildikleri şiirlere eşlik etmişler yüksek sesle… gitar çalan çocuk, gitarının askısını boynundan çıkarıp kenara bırakınca anladılar programın bittiğini. diğerleri gibi bir süre daha beklediler. ‘ne çabuk bitti? daha erkendi…’ mırıldanmaları arasında. şiir okuyan adam da sahneden inince mekan boşalmaya başladı. yusuf gizem’le gözgöze gelince dakikalardır bırakmadığı elinden tutup cam kenarında az önce kalkanların boşattığı masaya oturdular. ‘’bence tanışmalıyız.’ dedi yusuf. gizem şaşırmış gibi baktı. ‘ciddiyim ben. seninle tanışmamızı ona borçluyuz.’ diyerek üsteledi yusuf. ‘evet, öyle ama, yine de bilmiyorum…’ dedi gizem. ‘ben gidip buraya çağıracağım.’ ‘dur! belki o istemiyordur?’ ‘neden istemesin. sen beni tanıdığın için mutlu değil misin?’ mutluyum.’ ben de mutluyum. bunu bilmesi gerek!’ diyerek kalktı masadan yusuf. barın önünde oturan olcay’ın yanına gitti. gizem uzaktan izliyordu yusuf’u. adamın yanına gittiğini gördü. adam önce yusuf’un söylediklerini dinler ama umursamaz gibi birasından bir yudum aldı. sonra gizem’e doğru dönüp baktı. ardından bardağını alıp yusuf’la beraber yanına geldi. ‘’demek onlar sizsiniz…’’dedi olcay. gizem ne diyeceğini bilemez halde bir yusuf’a bir olcay’a sonra önüne bakıyordu. yusuf sanki onu rahatlamak, dikkati üzerinden almak ister gibi konuştu. ‘performansınız harikaydı. keşke daha önceden bilseydik burada olduğunuzu. ‘’zaten bir haftadır buradayım.’’ diyerek teselli etmeye çalıştı olcay. ‘’daha öncesinde sıradan bir garsondum.’’ ‘’çok güzel şiir okuyorsunuz. sanki yaşıyormuşsunuz gibi.’’ dedi gizem. ‘’yaşanmamış şiir olmaz ki…’ dedikten sonra bir yudum daha aldı birasından olcay. ‘’hepsini yaşadınız mı? ‘’kimileri yaşamış, kimileri yazmış… şimdi izninizle. belki daha sonra, daha uygun bir ortamda konuşuruz bunları…’’ diyerek kalktı masadan olcay. olcay’ın arkasından bakarken, ‘’gerçekten tuhaf bir adam…’ diye mırıldandı yusuf. ‘evet’ dedi gizem. ‘’kalkalım mı?’’ kalktılar. gizem’in aklı adam da, yusuf’un aklı gizem’de, yürüdüler bir süre. ‘’ben buradan evime gideyim’’ dedi gizem. ‘’ teşekkür ederim bu güzel gün için…’’ yusuf’un beklediği bu değildi. beklemediği de değildi. bir şey diyemedi. sadece başını hafifçe öne eğdi tamam der gibi. gizem’i taksiye bindirdi, ardından baktı, gizem bakmadı.
    15. 1
      +
      -entiri.verilen_downvote
      bölüm - 14 sevgi ve fırat ‘’günaydın sevgilim…’’ derken gözlerini tam olarak açmadan baktığında fırat’ın dirseğini yatağa, başını eline yaslamış bir şeklide yarı doğrulmuş kendisine baktığını gördü sevgi. ‘’ne zamandır beni izliyorsun?’’ diyerek gülümseyerek sorduğu anda fırat üzerine eğilip gülümseyen dudaklarından öptü yavaşça. bir gül yaprağını okşarcasına, koparmaktan ürkerek. ‘’biraz önce uyandım.’’ sevgi, kollarını fırat’ın boynuna dolayıp kendi üzerine doğru çektiğinde hala gözlerini tam olarak açamıyordu. açmaktan vazgeçip dudaklarını fırat’ın dudaklarının arasına bıraktı. parmaklarını saçlarının arasında gezdirmeye başlarken, fırat’ın kollarının onu sarmasına izin verdi. bir olmak, aynı bedende iki ruh gibi, iki farklı ama birbirini tamamlayan. bazen eksilten, bazen yoran, bazen kaçmak istediği, çokça sığındığı. dudaklarını fırat’ın dudaklarını hissettikçe karnındaki dün geceden kalma ateş körükleniyordu. hafifçe araladı bacaklarını. daha çok hissetmek istiyordu. bu bir sevişme isteği değildi. asla var olmayacağına inandığı bir ütopyayı yaşamak gibiydi. hiçbir zaman karamsar, her şeyden şikayet edenlerden olmamıştı. bazen hayal kırıklıkları canını sıksa da bir yolunu bulur, ayağa kalkardı. ama fırat’la birlikte olmak, o’nu sevmek, o’nun sevgisini hissetmek… gerçek olamayacak kadar güzeldi. neden insanlar en güzelini, en iyisini sadece hayal ederler? neden yaşadıklarını kabul etmezler? bir an için yaşadıklarını hissetseler bile, nasıl olsa bitecek ya da bu kadar güzelse büyük bir felaketin habercisidir diye evhamlara kapılıp, o anı kirletirler? hayır, böyle yapmayacaktı. şu an, kollarında sevdiği adam, sevdiği adamın kollarında, sıcaklığı, kokusu, tadı… fırat’ın dudaklarını biraz daha sıkı sardı dudaklarıyla. karnındaki alevler kasıklarına doğru yayılıyordu. saçları arasındaki parmakları önce ensesine sonra sırtına doğru inerken, odanın diğer ucundaki masanın üzerinde duran telefonun sesiyle gerçek dünyaya geri döndüler ikisi aynı anda… ‘’sevgilin seni arıyor olmalı!’’ diyerek gülümsedi sevgi. fırat’ın patronu hakan için hep böyle der, hatta kıskandığını söylerdi şakayla karışık. ‘’bırak, biraz daha arasın…’’ diyerek dudaklarını sevgi’nin dudaklarından önce çenesine sonra boynuna doğru indirdi fırat, defalarca öperek. sevgi’nin önce kafası karışsa da öpüşlere karşı koyamadı. karşılık vermeden kendini az önce hissettiği huzurun kollarına teslim etti. telefon birkaç defa daha çaldıktan sonra sustu. sustuğunun farkına, yeniden çalmaya başladığında vardılar. fırat’ın dudakları göğüslerinin arasındaydı hala gözleri kapalıyken. ‘’önemli bir şey olabilir…’’ diyerek zorlukla fısıldadı sevgi, yutkunuyordu, bedeni alev alev yanarken. ‘’senden daha önemli bir şey olamaz…’’ dedi fırat. dudaklarını sevgi’nin bedeninden ayırmadan. sevgi fırat’ın söylediğini anlaması birkaç saniye sürdü. hem hoşuna gitmiş hem kafası karışmıştı. hakan için sevgilin demesinin en büyük nedeni ne zaman fırat’ı arasa nerede olurlarsa olsunlar, ne yaparlarsa yapsınlar mutlaka konuşurlardı. ‘’şimdi neden?’’ diye soramadı. ama bu merak duygusu bedenindeki ateşin çekilmesine neden oldu. fırat hala öpmeye devam ederken yüzünü avuçlarının arasına alıp kaldırdı. gözlerinin içine bakarak, ‘’neden cevap vermiyorsun?’’ diye sordu. fırat da anladı meraklandığını. bir şey söylemeden dudaklarından öpüp doğrulup yataktan çıktı. masanın yanına ilerlerken sevgi yatakta yan dönüp onu izledi. fırat telefonunu eline alıp bir süre ekranına baktıktan sonra kapatıp yanına geri geldi. ‘’önemli değil demiştim sana.’’ diyerek yeniden öpmeye başladı sevgi’yi. ‘’kimmiş arayan?’’ ‘’i̇ş yerinden, sekreterim aramış.’’ fırat ellerini sevgi’nin çıplak bedeninde gezdirmeye başlamıştı bile. ‘’neden arayıp sormuyorsun ne olduğunu? bu arada saat kaç olmuş?’’ ‘’sanırım on bir’e geliyor dikkat etmedim.’’ dedi fırat umursamaz bir tavırla. ‘’ on bir mi!’’ ‘’ama beni bugün saat on’da resim kursum vardı! offf yaa nasıl bu kadar çok uyudum. dur bir dakika, neden saatin alarmı çalmadı. otomatik olarak hatırlatma ayarlıydı?’’ ‘’çaldı, ama uyanma diye ben kapattım.’’ fırat’ın bu rahat ve umursamaz tavrı sinirlerini bozmaya başlamıştı. omuzlarından tutup bedeninden uzaklaştırdı yüzünü. ‘’ kapattın mı? ama neden? bir saniye, sen neden işe gitmedin? ‘’ iyice kafası karışmıştı sevgi’nin. fırat’ın tavırlarına bir anlam veremiyor, veremedikçe daha çok meraklanıyordu. fırat o’nun bu durumuna daha fazla katlanamayarak doğrulup oturdu yatakta. ‘’hakan’la konuştum bir süre tatil yapmaya karar verdim.’’ ‘’nasıl yani? ne tatili? bugünlerde işleriniz çok yoğundu. hatta önemli bir iş yüzünden beni ektin sinema salonunda. şimdi tatile çıktığını mı söylüyorsun?’’ ‘’ af edersin tatlım. bu tatile çıkmadan önce son işi de halletmek istedim. o yüzden gelemedim yanına. hem bir süre daha çok birlikte olabiliriz. i̇stersen bir yerlere gideriz ne dersin?’’ ‘’fırat, tanıştığımızdan beri senin hayatının büyük kısmı işinden oluşuyordu. senin için ne kadar önemli olduğunu biliyorum. çoğu zaman beni bu yüzden ihmal ettin, bak bunu şikayet olarak söylemiyorum yanlış anlama ama şu an biraz tuhaf davranmıyor musun sence de?’’ ‘’sevgilim, evet söylediklerinde haklısın ama yorulduğumu ve bunaldığımı hissettim. hakan’la da konuyu konuştum. o da bir süre tatil yapmamı, kafamı toplamamı söyledi. bana da mantıklı geldi. hepsi bu yani.’’ sevgi aldığı bu cevaptan tatmin olmamıştı ama daha fazla üstelemedi. ‘’peki, sen öyle diyorsan. benim şimdi kalkıp kursa gitmem gerekiyor.’’ diyerek çıktı yataktan. sevgi yataktan kalkınca fırat uzandı yerine. sevgi’nin kokusu, sıcaklığı çarşaflara sinmişti. yüzünü yaslayıp derin derin nefes alıp içine çekti. sevgi giyinirken gözü fırat’a takılınca duraksadı. ‘’ne yapıyorsun?’’ ‘’aklıma kazıyorum varlığını…’’ ‘’bu sabah pek romantiğiz sanırım.’’ derken gülümsedi sevgi. giyinmeye devam etti. ‘’kursa gitme, sahile inip bir kayık kiralayalım. açılalım balık tutalım olmaz mı?’’ ‘’kayık? balık tutmak?’’ ‘’fırat, sevgilim sen iyi misin?’’ ‘’evet.’’ derken hala yüzü yataktaydı fırat’ın. ‘’bugüne kadar hiç böyle bir şey yapmadık, bırak bunu düşünmedik bile. şimdi, neyse tamam sormuyorum.’’ ‘’film nasıldı?’’ ne filmi? diye soracakken zor tuttu kendini. fırat’ın konudan konuya atlaması bir an başını döndürdü. ‘’güzeldi…’ diyebildi sadece. ‘’güzeldi? güzeldi diyebileceğin bir filmin çıkmasını bunca zaman bekledin öyle mi?’’ gülümsemeye başlamıştı fırat alaycı bir şekilde. bozulduğunu belli etmeden, ‘’detaylarını merak etseydiniz gelirdiniz bey efendi!’’ ne zaman fırat’a kızsa ya da bozulsa söylediğine ‘bey efendi’ demekten kendini alıkoyamazdı. yine koyamadı. fırat daha da neşelendi. seviyordu sevgi’nin kızgın halini. kıyamadığını biliyordu kendisine, aynı zamanda öfkeleniyor, hırçınlaşıyor, ne yapacağını bilemez halini izlemekten büyük zevk alıyordu. biraz daha üstüne gitmeye karar verdi. ‘’hanım efendi için film bizden önemli olmalı ki, bensiz izlemeyi tercih etmiş!’’ ‘’yoksa biz de bilirdik detayları, bir gün bekleyemez miydin?’’ ‘’bekleyemezdim bey efendi!’’ sevgi tam da fırat’ın istediği gibi daha çok sinirlenmiş, sert hareketlerle pantolonunu giymeye çalışırken ayağı paçasına takılınca düşmemek için dengesini zor sağladı. bu sakarlığı daha çok canını sıktı. oysa ne güzel uyanmıştı… sevgi’nin hırçınlığını izledikçe daha çok gülümseye başladı fırat. ama bir an düşecek gibi olunca yataktan ani bir hareketle doğrulup ellerini uzattı tutmak ister gibi. ‘’gerek yok! başımın çaresine bakarım. bey efendinin rahatı bozulmasın!’’ fırat sakince ellerini geri çekip uzandı tekrar yatağa. sevgi üzerine bir tişört giydikten sonra resim malzemelerinin olduğu çantayı eline alıp içindekileri kontrol ettikten sonra fırat’a dönüp, ‘’size iyi günler bey efendi! merak ederseniz diye söylüyorum, ben kursta olacağım. sonra da belki birkaç eğlence mekanına gider takılırım.’’ ‘’i̇yi eğlenceler efendim…’’ diyerek gülümserken fırat, sevgi arkasını dönüp çıktı odadan, sonra evden… evin dış kapısının çarpma sesiyle birlikte hangisi daha önce gitmişti anlayamadı fırat. yataktaki sıcaklık mı, birkaç saniye öncesine kadar odanın içini dolduran baharın ilk ışıkları mı? kokusu hala yanındaydı ama sanki içine çektikçe azalıyor gibiydi. canı sıkıldı. odaya çöken sessizlik korkunç bir gürültüye dönüyordu sanki. kafasının içinde düşen çığın çıkardığı sesleri bastırmak için sevgi’nin söylediklerini içinden tekrar etti. çok mu kızdırmıştı o’nu, çok mu üzerine gitmişti. o an fırlayıp yataktan peşinden gidip ona yetişmeyi, her şeyi anlatmayı, kalan zamanını onunla birlikte dolu dolu yaşamayı istediğini söylemek geçti aklından. yeni bir savaş peydahlandı birden. ‘’söyleyeceksin de ne olacak sanki? nasıl yıkacaksın o’nu? nasıl canı yanacak? o zaman ne yapacaksın? oturup ağlayacak mısınız? kalan zamanınızı ağlayarak mı geçineceksiniz? gerçeği bildikten sonra sana nasıl acıyarak bakacak? bakmaz! o asla bana acımaz, beni seviyor. i̇nsan sevdiği birine acıyarak bakmaz! nasıl bakacak peki? birkaç ay sonra öldüğünde, öleceğini bildiğinde, bilince, şimdi yanında nasıl davranmasını bekliyorsun? sus! yeter artık sus! tamam söylemiyorum yeter ki sus!!!’’ yatak çarşaflarını parmaklarının arasına alarak sımsıkı yüzüne yasladı. gözleri dolarken kokuyu daha derine çekiyordu. ne yapacaktı şimdi? tüm hayatını mükemmele yakın planlayarak ve gerçekleştirerek, her istediğine ulaşarak yaşayan büyük insan fırat korkmaz! ne yapacak şimdi? korkuyordu. daha önce tatmadığı bu duygu iliklerine kadar yayılıyordu kanıyla birlikte. titrediğini hissedince yorganı üzerine çekip büzüldü iyice. böyle mi bitecekti? bir hastane odasında, buz beyazı renkle boyanmış duvarların arasında, yatağına büzülüp ölecek miydi? parası vardı, en iyi doktorlara hastanelere gidip, her söylenileni yapardı. böylece hayatta kalabilirdi. ya yetmezse? ölmekten değil, sevgi’den ayrılma düşüncesinden korktuğunu hissetti. kafasının içinde ne kurarsa kursun hep onu yalnız ve yarı yolda bırakacağı sonucuna varıyordu ve bu sonucu değiştirecek kadar güçlü değildi. ne yapacaktı o olmadığında? bu evde nasıl yaşayacaktı? sabah uyandığında onu izlemediğimi bilerek gecesinde nasıl uyuyacaktı? canı sıkıldığında, morali bozulduğunda telefonunu eline alıp arayacağı ben olmadığında, o sıkıntıları, moral bozukluklarını ne kadar içinde taşıyacaktı? bazı akşamlar eve geldiğinde benim hazırladığım yemeklerin kokusunu kapıdan girince alamayacağını bildiğinde, bu eve nasıl girecekti? i̇lk karşılaştıkları o büyük binanın yanından her geçtiğinde, başını nasıl diğer tarafa çevirip anımsamamaya çalışacaktı. anımsayacaktı, bu eve her geldiğinde, o binanın yanından her geçtiğinde, yutkunamayacaktı. gözleri dolacak, başını başka tarafa çevirip, ağlayacaktı. bu yatağa her uzandığında, gözlerini her kapadığında, kalbi ağrıyacaktı. dolabındaki gömleklerime, pantolonlarıma dokunup, parfümümü sıkıp kendi üzerine, telefonuna bıraktığım, silmeye kıyamadığı sesli mesajlarımı defalarca dinleyip, birlikte okuduğumuz kitaplarda altını çizdiğim satırları defalarca okuyup, her sokağa çıktığında birlikte yürüdüğümüz yerlere defalarca gidip, beni içinde yaşatacaktı… beni yaşatmaya çalışırken, kendisi yaşamaktan vazgeçecekti. delireceğini hissetti. i̇şiyle ilgili onlarca çözümlenemez gibi görünen sorunu hallettiği halde, şimdi kendini bu kadar çaresiz hissetmesi, konu insanın kendi hayatı ve sevdiği olunca, nasıl böyle güçsüz ve savunmasız kalıyordu. yüzünü yasladığı çarşaf gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu. doğrulup derin bir nefes aldı. belki en iyi çözüm değildi ama aldığı karar elindeki tek çıkışıydı bu kapandan. zorlukla ayrıldı yataktan. üzerini giyinirken yapacaklarını aklından geçirdi. i̇nançlı biri değildi ama belki ilk defa dua etti, ilk defa yardım istedi, çoğu zaman aklına bile getirmediği tanrısından…